H. Ayça İnce* ile 6 Mart 2013’de Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi’nde gerçekleşen ve Esra A. Aysun’un düzenleyip sunduğu Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar serisinin ikincisi olan bu konuşma 2014 Yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ve Esra A. Aysun tarafından hazırlanan Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar kitabında yeralmaktadır.
Esra A. Aysun: Merhaba. Sanat yönetimi üzerine yaptığımız konuşmaların ikincisinde Ayça İnce ile birlikteyiz. Hepiniz hoş geldiniz. Dr. Ayça İnce, Bilgi Üniversitesi’nden. Bugün bize sanat yönetimi alanında neden özellikle yerel yönetimlere eğildiğinden, nasıl bu konuda karar kıldığından ve araştırmalarından bahsedecek. Ama ona sözü vermeden önce, izninizle neden bugün burada bu serinin ikinci ayağı olarak yerel yönetimleri konuşuyoruz, amacımız nedir, nelerden bahsedeceğiz, bununla ilgili kısa bir giriş yapmak istiyorum. Geçtiğimiz ay Özlem Ece ile Devlet ve Sanat konusunu konuşmuştuk. Bu seriye oldukça geniş bir konu başlığıyla başladık. Şimdi de gene devletin, kamunun bir parçası olarak Yerel Yönetimler üzerine konuşacağız. Yerel Yönetimler deyince tabii ki bu konuşma serisinin odak noktası ağırlıklı olarak İstanbul. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür-sanat etkinlikleri ve bunların hayatımız üzerindeki etkisine dair konuşacağız. İlk seride olmayan dinleyicilerimiz için belki kısa bir hatırlatma yapmakta fayda var: Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar’ın amacı bu alanda aktif olan araştırmacıları ya da profesyonel olarak çalışan sanat yöneti- cilerini buraya davet edip alandaki tecrübelerini bizimle paylaşmalarını sağlamak. Seriye devlet ve yerel yönetimlerle başlamamızın nedeni ise Türkiye gerçeklerinde daha bürokratik ve uzak duran bu alandaki bilinmezleri biraz olsun kırabilmek. Biz alandaki kültür operatörleri pratik olarak bu altyapıdan nasıl etkileniyoruz, bu altyapıda nasıl var olabiliyoruz ve nereye yöneliyoruz, bunu konuşmak. İstanbul Belediyesi’nin kültür ve sanata olan etkisi en eski olarak Şehir Tiyatroları’na uzanıyor. Son dönemde Şehir Tiyatroları epey bir gündem konusu oldu, biliyorsunuz. Şehir Tiyatroları’ nın özerkliğinin feshedilmesi ve direkt belediyeye bağlanarak basit bir Müdürlük Ofisi haline getirilmesi, hem tiyatro camiasında, hem sanat yönetimi alanında oldukça büyük tartışmalar oluşturdu. Günümüzde belediyelerin kültür ve kongre turizmi ve yaratıcı endüstriler ile ilişkisini görmekteyiz. Bunun ilk adımını Kongre Vadisi’nde görmüştük: Kongre Vadisi dediğimiz Şehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Açık Hava Tiyatrosu, Cemal Reşit Rey Konser Salonu ve Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin bulunduğu Harbiye’deki alan. Bu mekânlar belediyenin kamuya sanat ve kültürel etkinlikler için yaptığı katkı iken son yıllarda büyük bir inşaattan, yapılandırılmadan geçirilerek tamamen kongre turizmine ağırlık veren yapılar haline getirildi. Bundan önce ise 2010 AKB Ajansı deneyimimiz var. Geçen konuşmada da biraz değinmiştik: Aslında Avrupa Kültür Başkenti döneminde sahadaki sanatçıların ve kültür aktörlerinin aktif olarak belediye ve devlet bürokratlarıyla tanışması tamamen 2010 AKB Ajansı’ndaki ortak çalışma platformunda gerçekleşti. Ve elbette belediye ve kültür-sanat ilişkisinin en bariz örneğini, Ayça’nın da araştırmalarını yaptığı belediye kültür merkezlerinde görüyoruz. İstanbul’un ilçelerinde büyük çoğunlukla 2000’li yıllardan itibaren müthiş hızla, belediye kültür merkezleri inşaatlarının yapılması söz konusu. Fakat bu merkezlerde tam olarak nasıl bir sanat programlaması oluyor, bu merkezler nasıl yönetiliyor, içerik ya da idari konulardaki karar mercileri nasıl işliyor? Bunları şimdi Ayça’ya soracağız, Ayça’nın araştırması üzerinden konuşacağız. Ayrıca, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açmayı düşündüğü, hâlâ İstanbul’un kültürel alanda en büyük eksikliklerinden biri olan Şehir Müzesi fikri var. Ve halihazırda Miniatürk, 1453 Fetih Müzesi gibi kültür alanındaki güncel aktörlerle pek de ilişki kurmayan ama İstanbul’da yaşayan şehirlilerle, halkla ilişki kurma konusunda oldukça aktif görünen yeni müzelerimiz var; bu kültürel erişim konusuna da gene değineceğiz. Şimdi bütün bu başlıkların üzerinden yavaş yavaş gideceğiz, ama istersen önce bir sohbet ederek başlayalım. Sevgili Ayça, neden yerel yönetimler ve kültür alanıyla ilgilendin? Nasıl bu alanda var oldun, bir de senden dinleyelim istersen.
H. Ayça İnce: Öncelikle merhaba. Şimdi neden yerel yönetimler? Belki en son söyleyeceğimi başta söylemekte fayda var: Ben yerel yönetim taraftarıyım. Yerel yönetimlere inanıyorum. Çok önemli bir kaynak, çok önemli bir kamu aktörü olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu yola yerel yönetimleri karalamak gibi bir niyetle değil, tam tersine onların çok önemli bir kaynak, ortak, aktör olduğu iddiasıyla çıkıyorum. Yerel yönetimlerle tanışmam ve onlar üzerine çalışmam, lisansta şehir ve bölge planlama okurken oldu. Şehircilik okuduğunuz zaman yerel yönetimler bizzat hayatınızın parçası olu- yor. ’90’ların sonunda ben öğrenciyken plan yapma yetkisi onlarda idi. O zamanlar yapılan planlamanın veya kentsel tasarımın tepeden inme bir şekilde, sözgelimi belediyelerin teknik bölümlerinde yapıldığını gördüm, stajlarımda fark ettim. Mesela Kültür ve Sosyal İşler Dairesi bir yerde dururken, diğer tarafta planlama ve uygulamasından sorumlu İmar ya da Fen İşleri Dairesi bulunuyor ve Kültür İşleri Dairesi’ne sormadan, beraber bir program oluşturmadan bir kültür merkezini tasarlayıp yapabiliyor. Dolayısıyla belediyenin içinde iki vücut arasında bile bir işbirliği olmadığını görmem ve aslında her iki birimin de, yani halkın oyuyla seçilmiş olan merkezi yönetime alternatif olan belediyelerin halka hizmet etme amacında görünseler de, halkın ihtiyacını karşılamayan sonuçlar aldıklarını, üretimlerde bulunduklarını fark etmem benim eleştirel gözle yerel yönetimlere bakmamda etkili oldu.
Bunun üzerine eğitimimi sosyolojiye kaydırmam da bu öğrencilik yıllarımdaki gözlemlerden temelleniyor. Takip eden süreci de tabii ki İstanbul’dan ayrı düşünmek mümkün değil. İstanbul, ben öğrenciyken kültür konusunda önemli bir kent haline geldi. Şanslıydım, Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde master yaparken istediğim konuları çalışabildim ve sonra aldığım bir bursla İngiltere’de ikinci masterimi yaparken, daha 2000’lerin başında Türkiye için yeni olan kültür endüstrileri kavramıyla tanıştım. Yurtdışına gidenler bunu yaşamışlardır (bunu kendimi yücelten bir noktadan söylemiyorum): Özellikle 2000’lerden önce yurtdışına çıktığın zaman Amerika’da veya Avrupa’da gördüğünüz kimi şeylerin belli bir süre sonra Türkiye’ye gelebileceğini ya da yaşanabileceğini önceden görüyordunuz. Kültür endüstrileri denilen, o sırada Londra’yı, Londra’nın Soho’sunu şekillendiren şeyin çok yakında İstanbul’da filizleneceğini de hissetmek zor değildi. Yeni yeni hareketlenen Asmalımescit bölgesinde benzer motifleri tespit etmek, müzik endüstrisinin İstanbul’u nasıl dönüştürdüğünü çalışmak, çalışırken de farklı aktörleri ve aktörlerin sahip oldukları güçlerle birlikte kentsel mekânı nasıl dönüştürdüğüne de bakmak başka bir merak alanım oldu.
Ondan sonraysa Teknik Üniversite’de asistanken İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi diye bir bölümün açıldığını gördüm. Londra’daki master alanım metropolitan kent kültürüydü. Yani, genel sosyoloji alanı içinde daha spesifik bir konuydu, Bilgi’deki bölüm de yine bir nişe odaklıydı. Kentli olmak ne demek, kentin kültürü ne demek, kentin üretimi, arzı ve tüketimi nedir, bunlara bakmaktı isteğim. Ve bunun üzerine, 2002’de, zaten bu konunun eğitimini veren bu kuruma geçmeyi tercih ettim. Benim kültür yönetimi kavramıyla tanışmam aslında bu işe girmemle birlikte oldu. Ve evet, zaten literatüre de yeni olan bu kavramı (öyle diyeceğim, belki konuşmamızı da yönlendirebilir bu perspektif) o bölümün içinde bizim sonra çokça kullandığımız şekilde learning by doing dediğimiz şekilde, yaparak, deneyerek, tecrübe ederek öğrendik.
Şimdi, yerel yönetimler kısmını akademiye ya da doktoraya kadar götürecek araştırma nereden çıktı dersek, tabii ki onu da Türkiye’nin konjonktüründen ayırmak mümkün değil. Burada çok net bir şekilde 1994’te seçimleri kazanarak iktidara gelen Refah Partisi, 2002’de Ak Parti olarak merkezi yönetimde iktidara gelmesi ve o dönem iktidara gelmeleriyle birlikte çok cesur bir şekilde sahiplendikleri Avrupa Birliği’ne entegre olma süreci ve bu sürecin yerel yönetimlerin geliştirilmesi konusunda birtakım beklentileri, şartları, paket programları, sırf bende değil, buradaki kültürel alanda, hatta politika alanındaki yerel yönetimlerde de hareketlenmeye sebep oldu. Bunlardan biri, günümüzde tekrar tartışmaya başladığımız, desentralizasyon/adem-i merkeziyetçilik, yerelleşme ya da yerinden yönetim dediğimiz kavramlar. Aslında Avrupa Birliği müktesabatı olabildiğince yerindenlik, yani subsidarite ilkesinin kullanılmasını destekliyor. Hiç unutmam, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yerli yabancı çeşitli sivil toplum örgütleriyle, (bunlar arasında geçen hafta Özlem Ece’nin temsil ettiği İKSV de vardı) Anadolu Kültür ile bir- likte Kasım 2004’te bir yuvarlak masa toplantısı yaptık. Kolokyuma Türkiye’nin dört bir yanındaki belediye başkanları ve yerel yönetim temsilcilerini davet ettik. Ve dedik ki, eğer merkezi yönetim size bazı hak ve kaynakları devredecek olursa, hazır mısınız? (O zamanlar Avrupa Birliği’ne uyum süreci hükümetin gündeminde- ki bir konuydu) Devredileceklerin en başında (sonra bunun kanun taslağı da çıkarıldı) müzelerin, kütüphanelerin ve kültür merkezlerinin yerel yönetimlere devredilmesi vardı. Tabii yerel yönetimi açmak lazım. İçinde belediyeler ve il özel idareleri var. Bir kent sadece belediyeden ibaret değildir. Dolayısıyla tabii ki soru, kime neyin ne şekilde devredileceğidir.
EA: Aslında il özel idaresini biz çok da bilmiyoruz. Biz onu belediye diyerek genel bir terminolojiyle kullanıyoruz.
Aİ: Evet. Aslında merkezi yönetimin bir nevi taşra teşkilatı gibi, ama tam da değil. Aslında İstanbul gibi özel statülü iller dışında mevcut illere baktığımızda her ilde il özel idaresi var. Merkezi yönetim ve belediye ile köyler arasında ara bir kademe olarak iş görüyorlar. Örneğin çoğu özel il statüsünde olan bazı iller aynı zamanda da büyükşehir belediyesi statüsünde de olabiliyor ve durum biraz daha değişebiliyor. İl özel idaresinin yerel yönetim olmasının en temel sebebi, il özel idaresinin meclis üyelerinin seçimle başa gelmesidir. Ama belediyelerden farkı, ilin tüm alanını kapsamasıdır. Dolayısıyla köyleri de kapsıyor. Belediyelerde ise sadece daha kent merkezi dediğimiz alandaki seçmenlerin oylarıyla, belediye başkanı ve belediye meclis üyeleri seçiliyor. İl özel idaresi’nin bir meclisi var, meclis kendi içinden başkanını seçiyor. Ama il özel idaresinin kararlarını denetleyen ve başında bulunan validir. Dolayısıyla onun üstünde yine merkezi otoritenin temsili gücü var. Aslında bu zaman içinde yeni kamu yönetimi reformu taslağında biraz daha şekli şemali değişti. Bizler, kültür yönetimi konusunda çalışan üniversiteler, akademisyenler olarak bu yeni kurumları (bizler için yeni, aslında Türkiye için çok eski) tanımaya giriştik. Tanırken de, işte şurada getirdiğim için göstereceğim (kitabı gösteriyor), Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş adını verdiğimiz, bu alanda yapılmış ilk kitabı çıkardık.
EA: Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı.
Aİ: Evet, bu kitabın çıkışı 2008-2009’du. Bu kitapla bu alanı, bu alanın önde gelen aktörlerini tanımaya çalıştık.
EA: Yuvarlak Masa Toplantısı’nın başlığı kültür politikaları toplantıları idi, değil mi?
Aİ: Evet. 2004’teki toplantılarda şöyle sorduk: Avrupa Birliği müktesabatının getirdiği yenilikler var, devletimiz bunların bir kısmını gerçekleştirmeyi planlıyor, siz hazır mısınız? Siz bu sorumlulukları almaya hazır mısınız? Kars’tan, Diyarbakır’dan, Batman, Kayseri, Urfa’dan gelen temsilciler çok ilgiliydi, çok niyetliydi, çok hevesliydi. Bunun çok temel bir sebebi var: Özellikle kültür konularının merkezden yönetilmesi zor. Bunu her zaman öğrencilerime de anlatırken şöyle örneklemeye çalışıyorum: Diyarbakır’da bir tiyatroda, bir kültür merkezinde, bir müzede ne gösterileceğini Ankara’da karar vermek ne derece doğru? Ankara’daki erk bunu ne derece bilebilir? Dolayısıyla yerel yönetimi eşsiz kılan özelliklerden biri, bu yerindenliğidir. Yani, ona oy veren, oraya getiren seçmenlere olan yakınlığı. Bu yakınlık, o seçmenlerin ihtiyaçlarını, taleplerini daha rahat kaydedebilir. Bütün o bürokratik dolayımlar üzerinden merkeze gitmesi, kulaktan kulağa oynamak gibi o kadar sağlıklı olmayabilir. Keza, cevapların merkezden onlara ulaşması da aynı şekilde. Dolayısıyla bir karşılıklılık ilişkisinde hep bir eksiklik var. Adı üstünde, yerel yönetimler merkezi yönetime “karşı” değil ama bir nevi “alternatif ” yönetimlerdir. Belki daha düşük bütçeli ama daha yakın, belki daha demokratik, belki daha çok denemelere açık, belki daha çok katılıma açık ve daha etkindirler. Bütün bu hizmetleri götürmek konusunda daha ulaşılabilirlerdir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kapısını çalıp istediğiniz dairede, istediğiniz bürokratı bulmak kolay mı? Ama belediye binasının çerçevesinde, kapıyı çalıp istediğin gibi girip en azından kültür dairesine veya kültür müdürüne ulaşmak sanırım bir nebze daha kolay.
Yuvarlak masa toplantısına, birçok taleple, ihtiyaçla dolu olarak gelen bir salon vardı. Dedikleri şuydu: İstek olarak hazırız ve buradayız. Ama tabii ki, neyi neden ne şekilde yapacağımıza dair bir bilgimiz yok. Ama zaten, az önce de söylediğim gibi kültür yönetimi Avrupa’da, Amerika’da, hadi çok uğraşırsak, alaylılık dışında eğitimi verilen bir konu olarak 40-50 senedir var. Çok yeni. Türkiye’de açılan ilk bölüm ise 10 senelik. Yerel yönetimler bu işi senelerdir alaylı olarak yapıyorlar ama farkındalar ki bir ihtiyaç var. Bizi açıkyüreklilikle kentlerine davet ettiler, ilk pilot çalışmalar Kars ve Kayseri’yle başladı, sonra Antakya, Çanakkale vb illere yayıldı.
Kültür yönetimini yapabilmek için bunun politik temelini de hazırlamak lazım. Bizim uzunca seneler yürüttüğümüz yerelde kültür politikalarını geliştirme projeleri başladı. Uzun soluklu bir projeydi. Açık açık söyleyeyim, ben o proje çerçevesinde öğrenme- ye başladım. Demin gösterdiğim kitaptaki makale, tamamıyla, bir kentteki kültür alanında söz sahibi olanlar kimlerdir, onları tanımak üzerineydi. Her kentin valisiyle, il kültür müdürüyle, belediye başkanı ve belediye içindeki kültür müdürleriyle, il özel idaresindeki ilgili kişiyle ve tabii ki sivil toplum temsilcileriyle konuştum. Sivil Toplum çok önemli, ama şimdi, o sadece parantez olarak kalsın. Türkiye’nin küreselleşmesiyle, Avrupa Birliği’nin müktesabatını benimsemesiyle yerel yönetimlere açılması veya kucaklaması için bir adım daha geriye gitmek lazım: 1994’te yapılan İkinci Habitat Konferansı. O konferansı hatırlamak lazım. Hepimizin Taşkışla’da yaşadığı o deneyim, bizim yerel yönetimlerin çok önemli aktörler olduğunu bize hatırlattı. Onun dışında bir aktörü daha bize hatırlattı: Sivil toplum örgütleri, sivil toplumun varlığı. Zaten Habitat Konferansı’nın hayatımıza soktuğu bir diğer kavram neydi? Yönetişim olarak çevirdiğimiz governance. Yönetişim bize nasıl bir yönetim modeli sunar? Birçok ortağın bir arada yönetimi modeli. Yani diyordu ki, çeşitli olan biz, hepimiz çeşitli kararları bir arada vermeliyiz. Ve biz zamanla bu kararların bacaklarını keşfetmeye başladık. Ben bunlardan yerel yönetimlerle ilgilenir oldum.
EA: Bu durum aslında bir yandan da çok ironik. Sanat yönetiminden bahsediyoruz ve bu konuda kültür kurumlarına baktığımız zaman, en köklü şehir şüphesiz İstanbul. Fakat İstanbul’daki bu öncü kurumları yöneten kişilerinse yerel yönetimlerle işbirliği konusunda en deneyimsizleri olduklarını biliyoruz. Bu alanın görünür olarak yerel yönetimlerle ilişkiye geçmesi ancak 2010’da gerçekleşti. Öncesinde de bir ilişki ya da işbirliği tabii ki vardı ama çok daha az, tekil örneklerde görülürdü. Bizim için hiç konuşulmayan bir kavramı ve bu deneyimi İstanbul dışı şehirlerde yaşamış olmak ve o deneyimi buraya taşımak çok daha iyi olmuş.
Aİ: Kesinlikle. Biraz daldan dala olacak ama biz İstanbul 2010’u yaşarken Çanakkale alternatif 2010 yaptı. Hatta Çanakkale Belediyesi başı çekti, “Biz bunu daha katılımcı, daha sürekli, daha zengin, halkın ne istediğini bilen bir şekilde yaparız” diyerek kafa tuttu İstanbul’a. Yerelden öğrenmek dediğim şey de biraz bu. Bizler Çanakkale’de Çanakkalelilerle yerelde kültür politikalarını geliştirmeyi, kültür yönetimini beraber deneyimledik. Tabii ki küçük ölçekler bizler için daha kontrol edilebilir, daha anlaşılabilir, daha içine sızılabilir oluyor. İstanbul’un içine sızmak derken, 15 milyonluk İstanbul’un hangi ilçe belediyesine, hangi büyük şehre sızacağız? Ama tabii şöyle bir şey de var: İstanbul’da bir alan bir süredir kapandı. Biz 2004-2012 arası Anadolu’da bu çalışmaları yaparken, İstanbul’da kim dominant aktör (bir sonraki konuşmanın konusu olan) özel sektördü. Özel sektörün neredeyse kültür-sanat alanına, hatta kültür yönetimini bir nevi domine ettiği, belirlediği, açtığı kültür merkezleriyle liderlik yaptığı, şekillendirdiği bir ortamda herkes afalladı. Yerel yönetimler de afalladı. Çünkü bambaşka, daha önce yaptıklarına benzemeyen bir kültür yönetimi, bir kültür arzı ortaya çıktı. Bu da tabii ilginç, öğrenilmesi gereken bir şey.
Belki bu yüzden de yerel yönetimlerden talepler gelmeye başladı. Ben bir yandan Anadolu kentlerinde yerel yönetimlerle çalışırken, bir yandan da lisans ya da yüksek lisansta yerel yönetimlerin temsilcileri ya da kültür müdürleri bizim öğrencilerimiz olmaya başladı. Sadece bizim üniversitede değil, başka üniversitelerde kendilerini sertifikalandırmaya, master programlarına dahil olmaya başladılar. Demek ki onlar da bir ihtiyacı gördüler, sezdiler ya da oluşan yeni dilini öğrenmek istediler.
EA: 90’lardan bir örnek de Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ydi. Avrupa’dan gelen, büyük salonlarda gösterime giremeyen küçük bütçeli ama önemli filmlerin görüldüğü özel bir sinema salonu vardı. Belki o zamanlar bir Alkazar vardı, bir de Tarık Zafer Tunaya. Fakat şimdi, son dönemde bildiğimiz belediye kültür merkezleri, çok amaçlı salon olarak yeniden yapılandırıldılar ki bunu da konuşalım istiyorum. Bu “çok amaçlılık” kavramı mekânların özel etkinliklerden düğün salonu olarak kiralanmasına kadar geniş tutuldu ve tutulmakta maalesef. Özel sektörün daha tanımlı, altya- pısı daha sağlam ve açık kurumları kurması ile de alanın aktörleri için de yeni bir çekim alanı yaratmış oldu. Öyle bir kan kaybı da oldu muhakkak. Unuttuk o mekânları.
Aİ: Doğru, bizler unuttuk. Yerel yönetimler hep yapmaya sürdürdüklerini yapıyorlar. Sonuçta Kültür A.Ş.’nin kuruluşuna baktığınızda 1989’u görüyorsunuz. Ondan öncesi de, dediğin gibi, belediye tiyatrolarından, galerilerinden oluşan bir gelenek var. Atatürk Kütüphanesi’nin kültür merkezi olarak farklı kullanımları var. Şimdi, biraz da İstanbul’daki mevcut resmi çizmeye çalışalım istersen. Ben doktora çalışmasının sonucunda 2011 yılında İstanbul’da 170 tane kültür merkezi saydım. Bu sayı az değil.
EA: Hepsi yerel yönetimlere mi bağlı?
Aİ: Değil, en genel çerçeveyi çizmek için söyledim. Şimdi öncelikle, İstanbul’la ilgili en şaşırtıcı şey, devletin, yani Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından tüm Türkiye’de yapılmış 74 tane ve hâlâ yapılması süregelen 65 tane kültür merkezi var. Ama Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın İstanbul’da ona bağlı olarak çalışan ama aslında faal olmayan bir tek merkez, Atatürk Kültür Merkezi’dir. Bu ilginç bir şey. Her ilde bir kültür merkezi varken İstanbul’da sadece AKM. Şimdi İstanbul gibi bir fenomen, yani Türkiye’nin bir nevi kültür başkentinden bahsederken tek başına AKM’nin faal olmaması, bence bir tarafta durması gereken ve belki de konuşulması gereken bir soru işaretidir. Biraz kazıyınca onun yanına Üsküdar’daki Tekel Müzesi ya da Yedikule Zindanları’nı ekleyebiliriz. Ama taş çatlasa, devletin kaynak ayırdığı altı tane var, ama şu an tabii faal hiç yok. 33 tane özel kültür merkezi saydım.
EA: Devletin kaynak ayırdığı derken tam olarak ne kastedyoruz?
A.İ: Mülkiyetine sahip, bakanlığa ait, merkezi hükümetten fonlanan ya da mülkiyeti ona ait ama işletmesi belediyeye devrolmuşu kast ediyorum. 33 tane özel kültür merkezi var. İşbank, Aksanat, Profilo, Müjdat Gezen gibi. 22 adet STK’lara ait var. Ben bunu çok geniş tuttum: Amargi’den Lambda’dan, İdil Kültür Merkezi’ne, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne kadar saydım. 7 adet yabancı konsoloslukların, Cervantes, Goethe Institute, British Council dediğimiz yerlerin kültür merkezleri var. 13 adet üniversiteler tarafından, işte Boğaziçi Üniversitesi içindeki Mithat Alam Film Merkezi’ni vb buna dahil edebiliriz. Yerel yönetimlere baktığımızda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulmuş, yapılmış ve yönetilen 15 adet kültür merkezi var. Ama kimini Kültür A.Ş. işletiyor, kimini işletmiyor. Örneğin, Haliç Kongre Merkezi’ni, Harbiye Kongre Merkezi’ni, Feshane’yi de bunu dahil ettim. Bu üçünü Kültür A.Ş. yönetmiyor. Onun dışındakileri Kültür A.Ş. yönetiyor. İlçe belediyelerine baktığımızda ise, biliyorsunuz, 2009’da seçimlerle birlikte ilçe belediye sayısı 39’a çıktı. 39 belediyenin 32 tanesinde kültür merkezi var. Sayıları 74 adet. Bu sayının 65 tanesi son on sene içinde yapıldı. Bu işe sayılarla bakınca bir şeyler oluyor diyorsunuz. Gitmesek de görmesek de İstanbul’un nerdeyse tüm ilçelerinde bir kültür merkezi kesin var. Bunu bilmek önemli. Bu kültür merkezlerinden yeni yapılanlarının inşaat bedeli 20-25 milyon dolar, az para değil.
EA: Bu kültür merkezlerine bakarken, isimleri kültür merkezi olarak geçen kurumlardan mı bahsediyoruz?
Aİ: İçinde kültür adı geçen her şeyi saydım. Kimilerinin adı kültür ve sanat merkezi, kimilerinin adı kültür ve eğitim merkezi, kimilerininse çok amaçlı kültür merkezi. Ama senin de dediğin gibi, genelde çok amaçlılık yoğunluğu var. Sırf bu bile çok şey söylüyor.
EA: Bir de belediyelerin eğitim merkezleri var.
Aİ: Evet, bilgi evleri, halk eğitim merkezleri, semt konakları var. Bunları dahil etmedim, saymadım. Meraklı arkadaşlar varsa kesinlikle çalışılması gereken konular. Bir semt konağının, bilgi evinin, gençlik merkezinin ne olduğu. Bunlar çok önemli ve yeni, çalışılmaya değer konular, altını çizerim. Şimdi, sen çok amaçlı kültür merkezlerinin vurgusunu yapmıştın, oraya dönelim. Belediye tanımı gereği oy alarak iktidara geliyor. Şöyle bir anektodla başlamakta fayda var. Kültür merkezlerinde popüler bir kaygı var. Onun çok amaçlı olmasının bir sebebi, ki çok amaçlılığı da şöyle tanımlayabiliriz: Mesela burası tam anlamıyla çok amaçlı bir salon değil. Bu salona baktığınızda neler yapabiliriz? Konuşmalar, film gösterimleri yapabiliriz ama belki tiyatro oynatmakta zorluk çekeriz. Burası biraz daha konferans salonu diye nitelendirdiğimiz bir yer. Ama çok amaçlı salonlarda, özellikle öyle merkezlerde böyle bir salon bulunuyor ve bu salon konser de verilecek, tiyatro da oynanacak şekilde tasarlanıyor. Kimi zaman fuayesi oluyor, kimi zaman sahne arkası oluyor, kimi zaman olmuyor. Fuayeler bazen sergi için kullanılıyor. Benim en çok gördüğüm (ki ben 75 tane kültür merkezini de becerebildiğim kadar gezmeye çalıştım) böyle bir salon, bu salonun yanına fuaye, fuayenin yanına da en az iki üç tane oda veya sınıf diye tabir edeceğimiz yer. Çünkü bu kültür merkezlerin de aynı zamanda eğitimler veriliyor. Yine bu anlamda belediyelerin bize kazandırdığı, eskiden halk eğitim merkezleri tarafından yapılan, ama artık belediyeler tarafından verilen eğitimin veya İSMEK markasının da altını çizmek lazım. İSMEK, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı, Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde ortaya çıkmış olan, kâr amacı gütmeyen, eğitimlerini ücretsiz veren, İstanbul’un dört bir yanında örgütlenmiş bir eğitim ağı. Böyle eğitim salonları ve merkezleri de var. Ama tabii çok farklı tiplerini de görmek mümkün.
EA: Sonuçta senin saydıkların ağırlıklı olarak kültürel etkinlikler için kullanılan merkezler.
Aİ: Evet, evet. Kesinlikle hepsinin programlarında dinletiler, konuşmalar, konserler, yetişkinler ve çocuklar için film ve tiyatro gösterimleri vardı. Zaten bu programlara baktım, onları inceledim, sonra bunları da konuşuruz. 32 ilçe belediyesinin bir sene boyunca vatandaşına, seçmenine ya da o mahallede, o ilçede oturanlara ne arz ettiğine baktım. Sadece janr, yani cins olarak, müzik, tiyatro, film, konuşma, konferans ve eğitim olarak değil, aynı zamanda bunların içerikleri ve niteliklerine, kimleri davet ettiklerine de bakmaya çalıştım. Buna bakarken de birçok benzerlikler gördüm. Dolayısıyla merak ediyorsunuz, kültür-sanat yönetimi eğitimi veren biri olarak bu merkezlerin nasıl yönetildiğine, hangi kaygılarla, hangi hedeflerle, hangi beklentilere cevap vermek üzere yönetildiğini merak ediyorsunuz.
EA: Böyle bir idari kadro dökümü yaptın mı? Bütün bu merkezlerde kimler çalışıyor, kimler programlamayı yapıyor?
Aİ: Evet, yaptım. Aslında belki başa dönmüş olacağım ama teşekkür etmek lazım, ben Anadolu’da dolaşırken bir yandan da İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti 2010’a hazırlanıyordu. Biliyorsunuz, bu hazırlık sürecinde bütçe 2008 itibariyle dağıtılmaya başlandı. 2008-2009-2010 sürecinde aslında üç senelik bir bütçe vardı ve 2010’a İstanbul hazırlanırken bu süreci yaşadık. O süreç de bizim bir nevi ortak olarak Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ile Bilgi Üniversitesi olarak geliştirdiğimiz bir proje oldu. Anadolu kentlerinde hissettiğimizi İstanbul için yapalım dedik ve İstanbul’un kültür yöneticilerine, Büyükşehir Belediyesi’nde, belediye tiyatrolarında ya da ilçelerde çalışan tüm kültür yöneticilerine yönelik bir formasyon programı tasarladık. Bu formasyon programı sayesinde 90 tane kültür yöneticisiyle tanıştım. Her birine ayrı ayrı teşekkür etmem lazım. Çünkü, sonuçta ben bir akademisyenim, bir eğitim tasarlıyorsunuz 18 haftalık. 18 haftada kültür yönetiminin a’dan z’ye ana hatlarını anlatmaya, paylaşmaya çalışıyorsunuz. Bu süreçte 30’arlık gruplar halinde bu kültür yöneticileriyle, burada konuşmacı olarak sen dahil birçok uzman çeşitli eğitimler verdi, onların kültür merkezlerini dolaştı. Bu işi alaylı olarak nasıl yaptıklarını, onların senelerdir biriktirdikleri tecrübelerini onlardan dinledik. Bir nevi dil değiş-tokuşu oldu. Çünkü kullandığımız dil bile farklıydı, jargonumuz farklıydı. Biz bir nevi, öğrendiğimiz dilli onlara anlatmaya çalıştık. Çeşitli özel kültür merkezlerini, müzeleri birlikte dolaştık, derslerimizi oralarda yaptık. Didaktik olmamaya çalıştık, olabildiğince karşılıklı anlamaya ve iletişime geçmeye çalıştık. Fırsat buldukça da yeni ortak üretimlere imza atmak istiyorduk çünkü zaten İstanbul 2010 hepimiz içindi. Tek başına özel sektörün, belediyenin birbirleriyle rekabet ettiği İstanbul yerine bir nevi pilot proje gibi hepimizin ortak çalışabildiği bir İstanbul düşlüyorduk. O süreçte çok şey öğrendik.
Kişisel olarak bu tecrübeden öğrendiklerim ve bir akademisyen olarak verdiğim eğitimden sonra çıkardığım sonuç, beni bu doktora tezini yazmaya itti. Makalede kullandım mı, emin değilim ama hep şu anektodu kullanıyorum: 18 haftanın sonunda belediye kültür yöneticilerine (yani en üst düzey de en alt düzey de bizimleydi) çok iyi festival yapmayı öğrettik diyebilirim ya da zaten biliyorlardı da teknikleri daha gelişti. Ama mesela, hep öyle diyorum, bir lale festivali yerine ergüvan festivali yapmayı düşündüremedim. Bu durum, akademisyen kafama takılan şeydi. Sonuçta her birimiz yaptığımız işi daha iyi yapabilmek için her gün okuyan, yazan, merak eden insanlar olarak yeni teknikler öğreniyoruz. Sözgelimi, eskiden el ilanları dağıtıyorduk, şimdiyse iphone üzerinden tanıtım yapıyoruz, led ekran billboard’larda anlatıyoruz. Bütün bu medyumların hepsi bizim için ve çağın gerisinde kalmamak için bunları kullanmayı öğreniyoruz. Ya da proje yazıyoruz. Eskiden proje yazmak yoktu. Bir üst merciye başvururdun, para isterdin, anlatırdın ne yapacağını, sonra ihaleye para konuyordu. Şimdiyse para bulmak için AB’ye başvuruyorsun, proje yazmayı öğreniyorsun. Ama asıl mesele, bu medyumlar, araçlar değil! Aslında o projenin ne olduğu ya da parayı ne için istediğin, yani bir içerik meselesi.
EA: Peki içeriğe kim karar veriyor? O süreç nasıl işliyor belediyelerde? Şimdi bir kültür merkezinden bahsederken bir idari yönetici, bir programlama/sanatsal içerik yöneticisi ya da genel kullanımıyla Artistik Direktör, bir de finans yöneticisi vardır diyoruz. Artistik Direktör bir program önerisi getirir ama bunlar idari yöneticiyle ve finans direktörü ile görüşülüp, üzerinde çalışılıp, olabiliritesi çıkarıldıktan, hedef kitle, ulaşılmak istenen izleyiciler düşünüldükten sonra netleşir. Bu süreç belediye kültür merkezle- rinde nasıl işliyor?
Aİ: Şimdi evet, kim karar veriyor? Ben de o 90 tane kültür yöneticisiyle konuşurken, dersleri hep birlikte yaparken sanıyordum ve umuyordum ki onlar karar veriyor, karar verenlerle temas halindeyiz, onlarla bir şeyler değişecek. Ama ilk günden beri, bütün kültür yöneticilerinin dediği şey, “İyi de hocam, belki burada bizden çok önce belediye başkanlarına bu eğitimi vermeliydiniz” oldu. Biz ne kadar istesek de, ne kadar bir şeyler öğrensek de, değiştirmek istesek de önce belediye başkanlarının (sonuçta seçimle gelen, belediyenin yüzü olan onlar) bu yeniliklere, açılımlara ya da anlayışa kani olması ya da ikna olması gerekiyordu. Ama bu da tek karar verici belediye başkanı demek değildir.
EA: Bu da enteresan değil mi? Yıllardır devletin ve yerel yönetimlerin kültürü ciddiye almadığını deneyimledik. Kültür genellikle daha çok eğlence ağırlıklı algılanır, popüler kültüre odaklanılır. Ama görüyoruz ki birçok yetki ve sorumluluklar ve bürokrasi arasında belediye başkanları zaman ayırıp bir kültür merkezinin program içeriğine müdahale ediyor, bunu mu anlıyoruz?
Aİ: O anlamda değil. Ama mesela 2010’da parlayan belediye başkanı, hemen hepinizin aklına gelecektir: Aziz Yeniay. Küçükçekmece’yi “Küçük İstanbul” yaptı. Aziz Yeniay neyi fark etti? Kültür de bir ilçenin varolması için, öne çıkması için önemli bir unsurdur. Aziz Yeniay, Üsküdar, Fatih gibi semtlerin tersine kendine ait kültür mira-sı, SİT alanları, müzeleri olmayan bir ilçeden çıkardı. Bunu nasıl yaptı? Üç tane kültür merkezi inşa etti. Bu merkezlere gereğinde alanın duayenlerini davet ederek yaptı. Deniz Türkali ile Atıf Yılmaz Film Okulu’nu açtı. Bu bir strateji. Aslında kültürün, 2010’la İstanbul’da da, daha önce de dünyada da fark edilen, kültür endüstrileri, yaratıcı endüstrileriyle bir yanı var. Kültür sadece kültür için değildir. Kültür aynı zamanda ekonomik kalkınma içindir, bir kentin imajını tanıtmak içindir. Mesela festivalleşmekten, bienallerden, bienal turizminden, belli bir festival için kentleri dolaşan kişilerden bahsediyoruz. Aziz Yeniay’ın yaptığı, 39 ilçe içinde Küçükçekmece’yi kültürle ve kültür merkezleriyle öne çıkarmaktı.
EA: Evet çıkardı ama uluslararası seyirci çekmek kaygısıyla değil. Kendi ilçesinde yaşayanına kolaylık olsun, Küçükçekmece’deki insanlar kültürel ve sanatsal etkinlikler için sadece Beyoğlu’na gelmek zorunda kalmasın diye değil mi? En büyük söylem buydu. Kültür Merkezleri şehirdeki tek bir merkezde endekslenmek zorunda kalmasın, herkes kendi oturduğu mahallede kültüre ulaşabilsin.
Aİ: Evet, ki çok isabetliydi. Küçükçekmece kendi bölgesine de hitap ediyor. Küçükçekmece’yi çevre belediyeler tarafından da örnek gösterilen ve özenilen bir yer haline getirdi. Ama Aziz Yeniay’la ya da ekibiyle ilgili söylemem gereken başka bir şey daha var. Üç tane kültür merkezi yaptı: Halkalı, Sefaköy, Cennet Mahallesi Kültür Merkezleri. Tıpkı İstanbul gibi bir ilçeyi de homojen düşünmemek lazım. Üsküdar’daki kültür arzıyla Bakırköy’deki, Sultanbeyli’deki, Sarıyer’deki aynı değil. Buradaki ilginçlik, yerellik dediğimiz şeydir: Bu ilçeler farklı coğrafyadalar, farklı dönemlerde farklı göçler almışlar, farklı kitle profilleri, seçmen profilleri veya oy tercihleri vardır. Kadın-erkek, genç-yaşlı oranı farklı olabilir. Dolayısıyla beğeni farklı olabilir. Tüm İstanbul için bu böyledir. Küçükçekmece özelinde bu üç kültür merkezinin konumlandığı mahallenin de farklı özellikleri var. Küçükçekmece benim tezimde önemli bir yere sahip, çünkü Küçükçekmece’deki ekip ne yaptı? Her mahallede o mahallelilerin ihtiyacı ve beklentisi doğrultusunda kültür programını yaptı. Bunu Aziz Yeniay yap- madı. Aziz Yeniay’ın ekibi yaptı. Kültür müdürü ve müdürün ekibi (ki orada da ilginç bir sistem var, belki onları da konuşuruz) bunu toptan ihale ederek, yani kültür merkezleri yönetimlerini toptan işe alımla yerine getirdiği…
EA: Yani programlamayı ajanslara mı açtılar? İhaleye çıkararak?
Aİ: Şöyle diyelim: Kültür müdürünün kontrolünde ve şartnameyi çok iyi belirleyecek bir ihale yöntemiyle bu merkezler yönetildi. Bir önceki noktama dönecek olursam, mesela Halkalı’da Kutlu Doğum Haftası’nı Halkalı Müftülüğü organize ederken Sefaköy’deki Kutlu Doğum Haftası’nda Ahmet Özhan sahne alıyordu. Benzer ihtiyaca sahip insan grupları için bile farklı beğenilere hitap edecek kültürel arz mümkün. Aslında kültür yöneticiliği ya da sanat yönetimi eğitimi verirken bizlerin anlattığı şey nedir? Bu özellikleri, biriciklikleri, öznellikleri ortaya çıkarıp, tailor-made dediğimiz, duruma, ihtiyaca yönelik, özel, paket programlar olmayan, kendine has, nitelikli programlar geliştirmek. Biraz mesele bu. Mesela Küçükçekmece Belediyesi’nin biricikliği bunu anlamış, fark etmiş olmaktan ya da hissetmekten geliyordu.
EA: O zaman kendi yerel kültür politikasını geliştirebildi diyebiliriz.
Aİ: Evet ama bunun için de çok uğraştı. Bunu stratejik planına da, yıllık eylem programına da taşıdı, belediye bütçesinde ciddi bir pay ayırdı. Hiçbir şey lafta kalmadı. Örneklerden biri bu. Ama İstanbul’daki 39 ilçenin yalnızca birinden bahsediyoruz. Ama akılda kalıyor.
EA: Benim de hemen aklıma Beyoğlu ve Nişantaşı geldi. Şişli Belediyesi’nde yaya sergileriyle filizlenen sokakta güncel sanat etkinlikleri furyası, ilk başladığında gerçekten profesyoneller tarafından yapılan bir yaya sergisinden sonra dünyadaki akıma da paralel olarak gerçekleşmişti. Belki tekrar olacak, geçen konuşmada da değinmiştim ancak, çok sembolik bir örnek var: İstanbul sokaklarına yerleştirilen inek heykelleri. Bunu sembolik bulma nedenim ise şu: Sonuçta bir inek heykeli fikri var, belediye davetle farklı sa-natçılara o ineği bir yapıt olarak yorumlatıyor. (Gülüşülüyor.) Bu farklı inekler dünyayı uluslararası sergi olarak dolaşıyor. Marmara Pera Oteli’nin camekânında da hâlâ bu ineklerden biri var galiba değil mi? Bu dünyada çok meşhur bir sergi haline geldi. İşte “Şu sanatçının yaptığı inek şu şehirden oraya taşındı” denildi vs vs. Ama bizde bunlar şirketler, daha doğrusu markalar üzerinden sanatçılara verildi. Böylece her inek bir markanın ineği oldu. Sanatçı da o markanın reklam kampanyası stratejisi, marka görünürlüğü briefleriyle birlikte bir reklam ajansı gibi (ki o ineklerin bazılarını doğrudan reklam ajansları yaptı) bu inekleri yorumladılar ve bu ineklerin çoğu İstanbul’da vandalizme uğradı. İneklere saldırdılar ve korkarım çoğu telef oldu. (Gülüyor.)
Aİ: Çünkü bir yandan o ineklerle aidiyet gelişmemişti.
EA: Evet, şehir merkezlerine baktığımız zaman iletişimin belki yeteri kadar olamaması anlaşılabilir ama bunu bir ilçe beledi- yesi yapabilir. Ama belki o da fazlasıyla ihtiyaca yönelik ürün veya sanat yönetimine girer? Ve bu sanat politikasına ters bir şeydir de denebilir. O zaman isteğe göre sunumlar mı yapılıyor? Yani o kültür politikasının dengesi nasıl kurulacak?
Aİ: Baştan da dediğim gibi, yerel yönetimlerden tarafım. Yerel yönetimleri demokratikleşmenin en önemli aracı kurumları olarak görüyorum. Dolayısıyla şöyle düşünelim: Oy verin veya vermeyin, bir belediye sizin çöpünüzü toplamamazlık edemez. Ama kültür programlamasında oy vermeyenlerin kültürel ihtiyaçlarına yer vermeyebilir. Benim sahada gözlemlediğim kültürel programların çoğu, daha popülist, daha çok oy veren kitleye yönelik. Kültür yöneticileriyle konuştuğumda, halkın ihtiyacı olduğu durumda “Niye çağdaş sanata yer vermiyorsunuz?” diye sorduğumda (ki böyle bir ihtiyaç da olmayabilir) bunu riskli ya da yeni bulabiliyorlar.
EA: Muhakkak. Çağdaş sanat halihazırda seyircisini çok zor bulabiliyor.
Aİ: Ya da eleştirilebilir bulabiliyorlar. Tiyatro kumpanyası seçimi için de bu geçerli. Şunu demeye getiriyorum: Kültür arzı da bir belediye hizmeti haline geldiyse, yol, su, elektrik, çöp toplama gibi hizmet olduysa, belediyenin sorumluluğu bu ihtiyaç ve taleplere kulağını açmak olsa gerek. Ama bütün kültür merkezlerindeki programlara baktığımda (ki az sayıda iyi örnek var) programların üç aşağı beş yukarı birbiriyle aynı olduğunu ya da benzeştiğini görüyorum. O zaman nedir onları benzeştiren? Bunun nedeni ne?
EA: Bunun nedeni, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden giden bir kültür politikası tanımı ve merkezlerin uygulaması gereken program mı?
Aİ: Tam olarak değil. Öyle bir dayatma yok ama biraz önce de senin dediğin gibi, şöyle şeyler var: Bunu akademik olarak seneler önce çalışan DiMaggio ve ekibi “eşbiçimlilik” olarak tanımlıyor ve diyor ki, kurumlar bu kadar çeşitli olma ihtimallerine karşın birbirlerine benzerler, birbirleriyle benzeşirler. Bunun iki sebebi vardır diyor: Özellikle özel kurumlar için yarışmacılık ve rekabettir, çok risk almaz, birbirine baka baka ilerleyerek benzemeye çalışırlar. Kamu kurumları için de baskın olan meşruiyet ihtiyacı, meşru olacaklar ki güç kazanacaklar. Şimdi, bence Türkiye’de herkes rekabet içinde. 15 milyonluk İstanbul’da kültür-sanat izleyicisi ve seyircisinin sayısı az: 1.1 milyon. Kim bunlar? Kütüphaneye girip çıkanlar, müzelere girenler, yılda bir kere olsun film izleyenler. Böyle deyin ce 15’te 1.1’e düştü. Çıkarın onları. Şöyle gerçek anlamda takipçi, ayda bir sinemaya giden, bir iki festival takip eden diye düşündüğünüzde (İKSV belki daha net bir rakam verebilir bize) 300-400 bin kişi diye tahmin ediyoruz. Herkes 300-400 binin peşinde, ciddi bir rekabet var. Hadi ilçe belediyeleri kendilerine ait olan kaynaklar ve kültür merkezleriyle daha çok kendi ilçelerine hitap etseler de garip bir şekilde birbirleriyle rekabet içindeler. Bunu gördüm, gözlemledim. Küçükçekmece’nin çevre ilçelerden izleyici almaktan övünmesi, “Onun veremediği hizmeti ben veriyorum” diyebilmesi.
EA: Peki bunun için çevre ilçeye otobüs kaldırmak, servis sağlamak gibi özel bir şey yapıyor mu?
Aİ: Hatırladığım kadarıyla yok. Aslında çok yakınlar. Zaten bu ilçe sınırlar da varla yok gibi. Durmadan sınırlar değişiyor. Sonra DiMaggio ve ekibi diyor ki, peki kurumlar niye eşbiçimli olurlar ve ne biçimde olurlar? Bunlardan biri, zorlayıcı diye Türkçeye çevrilen coercive tiptir. Meşruiyeti almak için birilerinin onayına ihtiyacınız var. Bu onay da yasal çerçevedir. Baskı kuran şey de bütçedir. Kültür müdürünün öncelikle bir bütçesi var. Dolayısıyla o bütçeyle dans etmek, programını yapmak zorunda. Onun dışında zorlayıcı güç olarak kim var tepesinde? Az önce de bahsettim, belediye başkanı var. Onun dışında başka zorlayıcı itki ne? Ona oy verenler, yani ait olduğu partinin ideolojisi. O ideolojiyle kimi zaman çatışan programlar yaptığında kültür müdürleri, belediye meclisinde sorgulandıklarını anlattılar, hesap verme durumuna düştüklerini söylediler. Sen bu sanatçıyı nasıl davet edersin sorusuna kadar giden bir sorgulama var. İdeoloji de aslında bir nevi şekillendiren bir şey. Onun dışında, tabii ki biraz acele kararlar verme var. Halka gidip sormak yerine (deminden beri demokratikleşme bağlamında altını çizdim) “Ben halk ne ister daha iyi bilirim, beni onlar seçti” ya da “Ben halkın içinde her dakika dolaşıyorum, dolayısıyla onların ne istediğini ben biliyorum” kanaati var.
EA: Aslında kendi beğenisini yansıtıyor.
Aİ: Evet, bir anlamda. “Ben de halktan geldim, onlardanım, dolayısıyla bilirim” var. Şimdi bu şekilde olunca tabii bir kısıtlılık içerisine zaten giriliyor. İstanbul’da o kadar çok yeni sanat kum- panyası, yeni sanat inisiyatifi, yeni kültür-sanat üretimi varken on- lara bakmak, bütün bu kültür sanat dergilerini takip etmek, kültür sanat programlarını izlemek, sadece gazetelerin kültür sanat say- falarına bakıp ilhamlar alıp yeni deneyimler yapmak, yeni kişileri davet etmek varken benim garipsediğim şekilde kapana kısılınıyor. Şimdi bir de şöyle bir gerçek var: Bütün kumpanyalar ve sanatçı- lar mekân arıyorlar. Bir taraftan 170 tane kültür merkezi var, bir taraftan da basbas bağıran, hâlâ sahne alacak, sergileyecek kültür mekânı yok diyerek yakınan sanatçılar, kültür üretenler var. İzleyici var, bekliyor. Sanatçı var, üretiyor. Bunların buluşacağı mekân var ama o mekânda buluşamıyorlar.
EA: Bunda birçok bürokratik zorluk var. Mekânların kullanım saatleri, provaya verilmemesi ya da mekânların yanlış inşaat sonucu işe yaramaz bir durumda oluşu gibi.
Aİ: Evet evet, sahne arkalarının olmaması gibi. Doğru. Bunların hepsi doğru. Ama yine o zaman benim o kültür yöneticileriyle diyaloğum, bu mekânları açmak lazım yönündeydi. O şekilde düşünmek lazım. Davet etmek lazım. Her kültür müdürü, programında % 10-20 seviyesinde risk alsa ya da deneme yapsa, daha çok sanatçı sahneye kavuşur ve belki de % 10 risk seviyesi hem belediye meclisini hem de belediye başkanını çok da rahatsız etmez, bilemiyorum. Bir yandan da bu konunun eğitimini veren kişiler olarak, kültür yöneticisi denilen insanı da tanımlamaya çalışırsak, girişimci olmak, burnu koku almak, açıkfikirli olmak, merak etmek, bu yöneticiliğin önemli özellikleri. Ki yönetme kısmını bırakıyorum. Dedim ya, onu teknik olarak söylüyorum. Yoksa tabii ki hukuk da bilecek, yasaları da tanıyacak, bütçe yapmayı, ihale sürecini de bilecek. Hatta ihale sürecini üstünden altından geçmeyi bilecek. Bayağı bir beceri bu. Hiç de kolay değil yaptıkları. Ama, bu teknik konuda payeler almak, apoletlerini yükseltmek güzel ama, aslında temelde kültür içerik üretimi demek.
EA: İçerik de üzerinde en az durulan şey, değil mi?
Aİ: Evet. Sadece o binayı çizip-yaptırmak yetmiyor. Yani kaygı buydu. Onun dışında niye eşbiçimli hale geliyorlar kısmına geri dönersek, teorinin ikinci önerdiği eşbiçimlilik tipi, benim de Türkiye’de de İstanbul’da en yaygın gördüğüm tip, öykünmecilik ya da taklit etmek. Hatta “kötü taklit” diyebiliriz. İlçe kültür müdür veya merkezi nereye öykünebilir? Tabii ki, çok dominant olarak var olan, senelerdir bu işi yapan ve bu işin geleneğini oluşturan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, kültür müdürlüğü bütçesi hatrı sayılır bir bütçe. Rakamları yazmıştım, kültür envanteri çalışmasında bulabilirsiniz. Bir de öykünebi- leceği daha esnek davranan yer, Kültür A.Ş.’dir. Kültür A.Ş. aslında bizlerin dışında bu işin okuludur. Mesela, Sultanbeyli Belediyesi, yeni genç belediye başkanıyla ve kültür müdürüyle şu an çok önemli işlere imza atıyor. Küçükçekmece bir süredir yok, Sultanbeyli anılıyor ve önde gidiyor. Çünkü yaptığı işleri sadece Sultanbeyli’de yapmıyor. Sözgelimi, şu an bir şiir festivali başlattı, sanırım açılışını 5 Mart’ta dün Cemal Reşit Rey’de yaptı. Yani diyor ki, Sultanbeyli de İstanbul’un kültüründe söz sahibidir, biz aslında ilçemizde yaptığımızı İstanbul’a taşıyoruz. Sultanbeyli Kültür Müdürü Mehmet Mazak, Kültür A.Ş.’nin eski çalışanlarından. Yani Kültür A.Ş. de bir okul gibi el veriyor ve çeşitli yöntemler öğretiyor. Çünkü Kültür A.Ş. adı üstünde bir şirket esnekliğine sahip. Kendine ait bir bütçesi var, daha farklı şekillerde çalışabiliyor. Örneğin, Kültür A.Ş.’nin farkı, kendisi de kültür üretiyor. Kültür üretmek ne demek? Belediyeler “Kültür üretmek benim işim değil, ben aracıyım. Kültürün arzı için merkezi yaparım, sahneyi inşa ederim, sonra da sahneleri tahsis ederim” diyebilir. Çok basitçe böyle de doldurabilir programı. Ama “Ben kültür de, sanat da, program da üretirim” demeyi nerede görüyoruz? Belediye tiyatroları var, bu konuda başarılı ve önemlilerinden biri, Bakırköy Belediye Tiyatrosu. Kültür A.Ş. başka nasıl örnek oldu? İBB, Büyükşehir Belediyesi için Ali Müfit Gürtuna döneminde Miniatürk’ü yaptı, Kadir Topbaş döneminde Panorama 1453 Tarih Müzesi’ni yaptı. Ama aslında o bir kültür üretimi, bir narrative, anlattığı bir hikâye var.
EA: Peki bu yeni yapılan müzeler ya da yapılması düşünülen müzeler için Belediye niçin kamuya bize ne istediğimizi, neye ihti- yaç duyduğumuzu sormuyor?
Aİ: Belediye başkanları her zaman iz bırakma kaygısıyla hareket eder. Diğer yandan belki de çok yanlış ve çelişik değildir çünkü Panorama müzesinin izleyici-takipçi sayılarına baktığımızda çok yüksek olduğunu görüyoruz. Miniatürk’te de aynı durum söz konusu. Tabii ki akademisyen-sosyolog olarak üzücü yanı İstanbul’daki kültür mirasının bizzat kendisini görmek yerine Miniatürk’teki minyatürlerini görmeye niye gidelim? Gönül ister ki bizzat kendilerini görelim, küçültülmüşlerini ve taklitlerine bakmayalım. Ama pratik sebeplerden yapılmış olabilirler, ki paket program dediğim şey tam da bu. Senelerce bu taklit paket programların uygulamalarıyla hep karşılaştım. Yanılmıyorsam Karadeniz kentlerinin birinde, sahilde, yeşil plastikten florasan ışıklı palmiyeler vardı. Nedir hikâyesi? Belediye başkanı bir Ortadoğu ülkesi ziyaretinde görür, burada orijinalleri varken bile bunları getirir, diker. Belediye başkanları çeşitli vesilelerle gezer, görür, ister, beğenir, aynısı benim memleketimde de olsun der ve bunu da hizmet olarak görür.
Bizde belediyecilik temelde inşaat demektir. Zaten en kolay ihale edilebilen, en kolay bütçe ayrılabilen kalem de inşaattır. Bele- diye bütçelerinin nasıl paylaşıldığına baktığımızda bunu görürürüz. Ama bu paket program meselesi, belediyelere has bir şey değil tabii. Hayatı o kadar paket program olarak yaşıyoruz ki. İstanbul Avrupa Kültür Başkenti de bir paket programdı. Bütün Avrupa’yı dolaştı dolaştı, en küçük kasabalar bile kültür başkenti oldu, sıra İstanbul’a geldi. Olimpiyatlar da bir paket program, şimdi olimpiyat olsun da ekonomimiz hareketlensin diye can atıyoruz. Yıldız mimarlar getirt- mek, Frank Gehry’ye bir tane bina yaptırmak da böyle taklit bir paket programdır. Neredeyse her önemli kentte bir tane Frank Gehry binası var. Böyle modalarımız var ve bunların peşinden gidiyoruz, niye belediye başkanları, idarecileri de gitmesin? Ama temel, ayırt edici olan o orijinallik, o biriciklik kendi yerelliklerine bakmaktır. Şunu düşünün: Esenler Belediyesi’nin İstanbul 2010’da sloganı, “Esenler 2010’a 100 bin kişiyle katılıyor”du. Düşünün, İstanbul’un içinde İstanbul’un bir ilçesi olan Esenler, İstanbul’u keşfediyor ve İstanbullulaşıyor. O kadar kendini İstanbullu hissetmiyor ki, İstanbullu hissetmek için seyahatlar düzenleniyor, otobüsler kaldırılıyor.
EA: Maalesef birçok ilçede var bu. İstanbul’un temel bir sorunu.
Aİ: Bu önemli ama İstanbul’u hissetmekten ziyade önce Esenlerli hissetmek asıl mesele belki de. Belki de bunun için de çok uzağa gitmeden, o halka bunu benimsetmek mesele. Bir nevi ekonomi oluşuyor bunlardan. Açık açık itiraf edelim, pek çok insan da bundan para kazanıyor.
EA: Elbette. Ama çok zor değil mi? Göç alarak büyüyen büyük bir metropolden bahsediyoruz ve bu bahsettiğimiz ilçeler tarihi ilçeler değil, son 20-30 yılda oluşmuş, başta illegal gecekondu semtleri olarak kurulup sonra ilçeleştirilmiş ve yasallıklarını almış ilçeler. Belediyeler ve kültür politikası derken böyle zorlu bir görev de var. Merkezdeki şehir bu ilçeleri kendi köklü kültürüyle kapsayamıyor. Evet, ilçeler kendi kültür politikalarını üretmek zorundalar ama daha İstanbul’da bile hissetmiyorlarken nasıl olacak bu?
Aİ: Evet ama yine şöyle: Mesela son belediye yasasında değişen madde, hemşehriliğin tanımıydı. Hemşehrilik artık geldiğin yerle değil, yaşadığın yerle ilişki kurmak üzerine kuruldu. Bu çok önem,li. İstanbul turu biraz üstten veya naif kaçıyor olabilir. Kendini bulunduğun yere ait hissetmenin yolu, belki de elini kolunu sallayarak o kültür merkezine gitmektir. İşte burada mesela kamusallığa da bağlamak gerekiyor. Kültür merkezlerini incelerken sosyolog olarak hep yitirdiğimiz kamusal alanı görüyorum ki bu seneki bienalin konusu kamusal alan. İşte kültür merkezi de kamusal alanın ta kendisi. Elini kolunu sallaya sallaya girebileceğin yer. Orada yemek de yiyebilmelisin, çocuğunun doğum günü partisini de verebilmelisin, eşin dostunla komşunla da kaynaşabilmelisin, hemşehri derneğinin halayını da çekebilmelisin, halay okulunu da açabilmelisin. Aslında hepimizin bir araya gelecek mekânlara ihtiyacı var. Benim derdim de bu. Belediyeler bunu bir açabilseler. Program bile yapmalarına, belki bütçe bulmalarına, kullanmalarına bile ihtiyacı olmayacak. Çünkü vatandaşın zaten bu mekâna, bu ortama ihtiyacı var.
EA: Ve dolduracak içeriği var.
Aİ: Evet. Ondan sonra kültür yöneticisi de belki de o anlamda belediyelerde kolaylaştırıcı olacak. Buyuran, belirleyen, kendi beğenisini dikte eden olmak yerine, belki de orada bir ortam yaratacak. Çünkü zaten belediyenin misyonu, demokratikleşmedir. Ama ideolojiler, bütçeler gibi çeşitli kısıtlardan, öykünmek, başkasına özenmek, rekabet gibi kaygılar yüzünden kısıtlanıyor. Böyle olunca da o alan gitgide daralıyor. Gelemezsin, sana kiralayamam diyor. Oturmayı kalkmayı bilmiyorsun diyor ama belki bu oturmayı kalkmayı bu mekânın içine girerek öğreneceğiz?
EA: Ayça izninle şimdi izleyicilerimizden soruları da alalım istiyorum. İstersen biz bu noktada duralım. Evet, konuşmamızı toparlamadan önce soruları olan var mı?
Dinleyici: Ben Halil İbrahim Şen. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nin yönetmeniyim. Son derece yararlı bir seminer oldu bizim için, teşekkür ederiz. İdeal neler olmalı, bu konuda biraz daha bir şeyler bekliyorum bu konuşmada. Var olan şeyler sürekli konuşuldu. İçinde olduğumuz için konuya biraz daha vakıfım.
EA: Biz bunları zaten konuşuyoruz, biliyoruz diyorsunuz. (Gülüyor.)
Halil İbrahim Şen: Yok yok, bilgi anlamında eksiklikler var. Kültür merkezleri, Kültür Daire Başkanlığı tarafından yönetiliyor, Kültür A.Ş. tarafından değil. Onu düzeltmek isterim.
Aİ: Kültür A.Ş. işletmeciliğini yapıyor?
HİŞ: İşletmeciliği değil, yönetim anlamında Kültür Daire Başkanlığı tarafından yapılıyor. Belki de eskiden öyleydi, şu an 2012 itibariyle daha farklı.
Aİ: Şöyle diyelim: Programları Kültür Daire Başkanlığı yapıyor, Kültür A.Ş. de o programları da uyguluyor mu diyorsunuz?
HİŞ: Evet, aynen o şekilde ihale edilerek yapıyor.
Aİ: Buyrun siz devam edin, ihalenin çeşitlerini de konuşabiliriz.
HİŞ: İhale meselesinde bir konu açma anlamında söylemedim. Sadece ufak bir bilgilendirme anlamında söyledim. Yoksa yanlış arama gayesi içerisinde değilim.
Aİ: Yok yok, doğru anlaşılsın isteriz. O zaman şöyle diyelim: Sonuçta yıllık programların Kültür A.Ş.’ye ihale edildiği durumlar da söz konusu. Dolayısıyla Kültür A.Ş. de benim dediğim nitelikte Kültür Daire Başkanlığı gibi “şu senede şu kadar tiyatro olsun, şu kadar film olsun, şu kadar müzik olsun” diyerek bütçesini, yani ihale şartnamesini yazıyor olabilir. Ama kimin sahne alacağı, hangi tiyatronun seçileceği ya da hangi sergilerin yapılacağının geliştirilmesini ve üretilmesini Kültür A.Ş. yapıyor. Evet, karar ve bütçe tabii ki Kültür Müdürlüğü ya da Kültür Daire Başkanlığı üzerinden veriliyor olabilir ama bize en çok sanatçı arkadaşlarımızın sorduğu “Kime kendimizi tanıtmalıyız” konusunda Kültür A.Ş. de en az kültür müdürlüğü daire başkanlığı kadar söz sahibi. Bu anlamda da benim için önemliydi.
HİŞ: Tabii ki, Kültür A.Ş.’nin pozisyonunu küçümseme anlamında söylemiyorum. Bulunduğum sanat galerisi, Kültür Müdürlüğü’ne bağlı ama Kültür A.Ş. ile de müşterek projelerimiz oldu. Şunun altını çizmek istiyorum: Biz kültür yöneticileriyiz. Bu alanda çalışıyoruz. Körün yol bulması veya farklı şekilde filin kuyruğunu buluyoruz. Buna benzeyen şeyler de bir şekilde tecrübe edilerek bir yerlere kadar geliniyor. Bunun ideali nedir, bu konuyu biraz daha açabilir misiniz bize? Biz sanatsal anlamda çok daha kaliteli işler yapma açısından kaygıları olan insanlarız ama bazen siyaset üstün basıyor. Beklenmedik şeyler olabiliyor, programlar ertelenebiliyor, sanatsal kriterlerin çok daha gerisinde işler çıkabiliyor. Mesela bizim galerimizde Güzel Sanatlar Fakültesi’nden hocalar var, program seçme hakkı jüride. Üç tane jürimiz var. Artı iki tane ilave kişi daha var. Üstünlük normalde üçte iki akademisyenlere ait.
Aİ: Her yıl bu jürileri değiştiriyor musunuz yoksa sürekliler mi?
HİŞ: Bir iki senede değişiyor. Yönetim bu anlamda bu işi kotarabiliyor mu, rahat çalışabiliyorlar mı, bunlar önemli faktörler. Biz bu konuda ne yapmalıyız diye her zaman kendi kendimize soruyoruz.
Aİ: Aslında merak edip burada olmanız bile çok önemli. Çünkü böylece bir diyalog başlıyor. En azından bunu çok önemsiyorum. Aslında anladığım kadarıyla yöntemlerden birini yapıyorsunuz, bir danışma kurulu kurarak. Bir yandan vurgulamaya çalıştığım şey, kültür yönetiminin uzmanlık alanı olduğuydu. Öğrencilerimize ne diyoruz? Herhangi bir işletme mezunu kültür yöneticisi olmak için bir de master yapsa diyoruz. Çünkü siz de iyi biliyorsunuz, kültürü yönetmek bir fabrikayı, bankayı, oteli yönetmeye hiç benzemiyor.
HİŞ: Bulunduğunuz üniversite, Bilgi Üniversitesi zanneder sem. O üniversitenin yüksek lisansına başvurdum ama biraz pahalı olduğu için gelemedim.
Aİ: Evet, öyledir, özel üniversite.
HİŞ: Bu konulara ağırlık verebilirsek daha fırsat sağlanabilir ama program epey pahalı.
Aİ: Pardon, sözünüzü kesiyorum ama İstanbul 2010 Ajansı sırasındaki formasyon programı gibi, belediyeler ortak bir bütçeyle bu tip eğitim sertifikaları oluşturabilse ne güzel olur. Evet, 2010’dan sonra ben İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Bursa için program hazırladım. Ama bu biraz daha etki-tepki meselesi, çünkü biz her zaman yerel yönetim işbirliğine açık olduğumuz için sizin master dışında böyle bir sertifika talebiniz olursa daha farklı formatlarda eğitim verilebilir.
HİŞ: Salonu belli bir projeye hapsetmek istemiyorum tabii ama belli bir program geliştirilebilir, konuşma sonrasında da konuşabiliriz.
Aİ: Tabii tabii, mümkün. Daha geliştirmek açısından formatlardan biri de danışmanlık sistemi. Biz ne diyoruz? Kültür yönetimi bir uzmanlık meselesidir. Sonrasında da şunu diyoruz, bir fabrikayı, oteli yönetir gibi kültür yönetilemez. Bu yüzden kültür yönetimi eğitim programları çıktı. Çünkü sanat tarihi dersi de, festival dersi de, turne dersi de almak gerekiyor. Bunların herhangi birini yapmanıza da gerek yok, sadece neyin olup bittiğini anlamak ve kontrol edebilmek için. Danışma, kararları sizin vermeniz yerine o uzman kişinin vermesi anlamına geliyor. Dolayısıyla sizin de kurduğunuz gibi danışmanlık sistemini kuranlar ve yürütenler var. İstanbul’da az bulunur bir örneği temsil ediyorsunuz ama sizin dışınızda Beşiktaş Belediyesi’nde Beşiktaş Sanat var, iki üç galeriye sahip ve onlar da danışmanlık sistemiyle yürütüyorlar işlerini. Özetle, danışmanlık sistemi yöntemlerden biri. Az bulunur ama aslında öylelikle kendinize ait yarışmalar, davetler düzenlemeniz mümkün. Bunu söylememin nedeni, az önce söylediğim gibi risk alma cesaretini gösterebilmek. Programınızda yeni sanat dallarına, cinslerine, biçimlerine yer vermek. Belki sadece İstanbul’a has sanatçılar değil, başka kentler veya başka ülkelerden sanatçılar davet etmek, açık çağrı yaparak uluslararası etkinlikler yapmak. Özellikle mekaniz- mayı açık yapmak gerekiyor. Dediğim gibi, aslında ben onu sizlerle paylaşmaya çalışıyorum: Sanat üretimi var ama bizden talep ya da bize yer açın diye yakınan sanatçılar var. Demek ki bir açık çağrı yapıldığında belki de siz türlerden tür beğeneceksiniz. Ama yine de daha az eleştiri almak ve kendinizi daha iyi konumlandırmak için bu uzmanlık alanlarını uzmanların kararlarına bırakıp bir kültür yöneticisi olarak süreci yönetmek, daha emniyetli olabilir. “Bu işin bilenleri olarak uzmanlar bu işi seçti, ben de sahneyi onlara tahsis ediyorum” demek de bir yöntem olabilir. Ama onun dışında tabii ki eğitimlere gitmek, bu tip konferans ve konuşmalara katılmak, yani merak etmek yeterli. Bence ne kadar yaşlanırsak yaşlanalım, hep burnumuzu çeşitli ortamlara sokmak ve merak etmek çok önemli.
Dinleyici: Merhaba. Bursa Nilüfer Belediyesi kültür müdürüyüm.
Aİ: Hoş geldiniz.
Dinleyici: Bu konuşmanızın haberini bir gazetede görmüştüm, ilgimi çekti ve İstanbul’da da bir etkinliğimiz vardı, buraya da katılmak istedim, çok teşekkür ediyorum. Tabii siz İstanbul çerçevesinde konuşuyorsunuz. Ama kendi belediyemden bahsetmek isterim. Nilüfer’i kültür ve sanat kenti yapmak hedefiyle yola çıkmış bir başkanımız var. Herkesin uygulamaları değişiktir ama örneğin, kültür, özellikle sanat bence gerçekten insanların çok da alışkın oldukları, rutine binmiş hayatlarının içinde olan bir kavram değil. Biz en çok buna dikkat etmeye çalışıyoruz aslında. Ama en büyük handikaplardan biri, sanatın ihalesini yapmış olmanızdır. Çok güzel şeyler düşünüyorsunuz ama bunlar o kadar da kolay değil. Biraz önce bahsettiniz; dünya sesleri. Evet, biz dünya seslerini Bursa’ya getiriyoruz, Anadolu ezgileri Nilüfer’de diyoruz, İstanbul’dan sanatçılar getiriyoruz. Biraz önce dediğiniz gibi aslında İstanbul’dan, Çanakkale’den, Eskişehir’den insanlar etkinliklerimizi izlemeye geliyorlar. Herkes olduğu yerden bakıyor ama gerçekten de bence en riskli kısmı, ihale kısmı ve resmiyet kısmı. Yoksa çok güzel düşünebilirsiniz, uçabilirsiniz, güzel şeyler yapılabilir. Ama yine de bence iki şey çok önemli. Biri, ekip. Gençlerle, sinema, tiyatro mezunu, edebiyatla ilgilenen genç arkadaşlarla birlikte çalışmaya yönelmek çok önemli. Ve her alanda uzman desteği almak da çok önemli. Bu bazen eş dost ilişkileriyle de olabiliyor, ille bunun altında bir maddi kaygı da olmayabiliyor. Sanat ve kültürle ilgili bir derdiniz olması lazım aslında. Bu benim ve bizim için önemli. Aslında bu tip konuşmaların da artması gerekiyor, bir gündem yaratmak gerekiyor. Belediyelerin de sadece bir belediye kültür işleri görülmek dışında da dertleri var. Örneğin bizim Nilüfer Sanat Tiyatrosu’nun bu sene yaptığı, Mehmet Ergin yönetmenliğindeki oyun İstanbul’da sergileniyor şu an. Hatta bir sürü olaylar oldu, belki haberiniz vardır.
Aİ: Mehmet’i tanırım sadece.
Dinleyici: Sonuçta böyle bir şey ama. Hayallerimizin olması lazım. En zor kısmı bence böyle bir kurumun müdürü olmak. Keyifli görünse de en zor kısmı aslında. Teşekkür ediyorum, görüşlerimi paylaşmak istedim.
Aİ: Ben teşekkür ederim. Cuma-Cumartesi Bursa’dayım, liseli gençlere bir kültür yönetimi atölyesi yapmak, onlara kültür yönetimi mesleğini anlatmak ve tanıtmak için geleceğim.
Dinleyici: Görüşmek isterim ama biz de İstanbul’a geliyoruz sürekli. Ama başka bir zaman görüşmek isterim.
Aİ: Tamam, hiç sorun değil. Konuşalım. Dolayısıyla ben de Bursa’yı yerinde tecrübe etme şansına sahip olacağım. Özellikle hatırlattığınız şeyler için teşekkür ederim.
EA: Evet, ihaleden konuşuruz demiştik, çok girmedik konuya.
Aİ: Evet, konuşalım. Kültür müdürlerinden çok şey öğrendim demiştim. İhale kanunun altından üstünden nasıl girilip dolanacağını onlardan öğrendim. Belediye şirketleri kurmaktan, kısmi özelleştirmeye epey şey biliyorlar. İhale prosedürü kısıtlasa da iyi bir şartname yazılarak kontrol edilebiliyor. Bunun için biraz emek sarf etmek, taklit paket dediğim hazır şartnamelerden kaçınmak gerekiyor. Geçen sene tiyatro için şartname yazmıştım, aynısını da bu sene tarihleri değiştirerek kullanayım kolaycılığına da kaçmamak gerekiyor. Ama gündelik hayatın koşuşturması içerisinde tabii ki kolaycılığa kaçabiliyoruz. İkincisi, belediyenin bir kısmı memuriyet. Memuriyet demek bürokrasi demek. O bizi kolaycılığa ve bürokrasinin mantığına ve atıllığına alıştırıyor. Bu da bir handikap. Üçüncüsü, her ne kadar uzmanlıktan bahsetsek de sizleri bağlayan şey, norm kadro.
Dinleyici (Halil İbrahim Şen): Halkla ilişkiler bile bize girmedi…
Aİ: Daha girmemiş hali, biliyorum. Ama bunun içinde politika bazında savunuculuğunu yapmak. Ama güzel bir haber vereyim, Kültür ve Turizm Bakanlığı uzman yardımcısı meslek tanımlarına kültür yönetimini soktu. Bunu referans göstererek, yani Kültür ve Turizm Bakanlığı uzman yardımcılığı da artık kültür yöneticisi kadrosu içinde. Bu da sağ olsun, yine bizim mezunumuz bir öğrencinin uğraşlarıyla oldu, ilk ilan böyle çıktı. Kültür ve Turizm Bakanlığı bunu tanımlıyorsa, belediyelerin de sizlerin daha sonraki senelerde daha kalifiye elemanlarla çalışmanız için bu mesleğin ve norm kadronun tanımlanması çok iyi olacaktır. Benim henüz lisansta olan ya da mezun olmuş öğrencilerim arasında (ki 8 senedir öğrenci mezun ediyorum, az değil) belediyelerde çalışan yok. Bir şekilde karşılıklı önyargılar var ve tabii ki bu önyargıların yıkılması lazım. Onların ilk düşledikleri yer, özel sektörde bir kültür merkezinde çalışmak. Ama sizin dediğiniz gibi belediye genç kuşaklar için çok önemli bir fırsat. Ve aslında iş kaynağı, böyle de bir gerçek var. Diğer yandan öbür paranteze geleyim, danışmanlık illa ki belirlenmiş olmayabilir, tanıdıklar üzerinden de olabilir dediniz. Buna hiçbir itirazım yok. Sistemi delmek açısından itirazım yok. Ama tanıdığa kadrolaşma açısından itirazım var. Sizin onu kast etmediğinizi biliyorum ama belediyelerde gördüğümüz ve bizi kısıtlayan başka bir unsur da bu kadrolaşma. Onun bunun, özellikle başkanın tanıdığı danışman olması tabii ki kimi ihaleleri kimlerin alacağını belirlemek konusunda belirleyici oluyor.
Dinleyici: Araya girmek istiyorum. Danışmanlık konusunda aynı handikap şu açıdan da var: Birçok insan belediyeyi ticari bir yer olarak görerek danışmanlık önerisiyle, onun bunun yakını olarak da geliyor. Aslında ben onları kast ederek söyledim. O değil demek istedim, tam da aynı şeyi söylüyoruz. O da çok büyük bir handikap. Sanatçılar açısından da böyle. Dediğiniz gibi, hep aynı ayaklardan gelinmesi, aynı mekânizma içinde olması en büyük sıkıntılar aslında.
Aİ: Sizler buradasınız, belki belediyeden başka arkadaşlar da var. Sizlere şunu hatırlatayım: Çok güçlüsünüz. Gücünüzün farkına varın. Ne kadar kısıtlanırsanız da oraları şenlendirmek, üşenmeden ve kadronuz varsa her program için gereğinde yeni ihale ve yeni şartname yaparak bu çeşitliliği artırmanız mümkün. Yoksa hazır paket programlar çok yapılıyor. Sıkça gördüm, yaşadım. Kaç tane belediye kültür müdürü arkadaşım gözümün önünde arkadaşı arıyor, “Sen geçen sene kimle çalışmıştın?” ya da “Sendeki tiyatro ekibi senden sonra bana gelir mi? Ulaşım giderlerini paylaşırız” di- yorlar. Şimdi bu da başarılı. Yönetimde pratikliktir bu. Ne yapıyor? Verimlilik ve ucuza mal etme anlamında iyi performans gösteriyor. Çünkü üzerinde o bütçenin içinde dört dönme baskısı var. Ama kültür yöneticiliği biraz daha farklı, bir işi yönetim becerisiyle hemen halledivermekten öte biraz daha içerikle alakalı bir şey. En azından benim altını çizmeye çalıştığım şey buydu.
EA: Bir soru daha var, onu da alalım lütfen.
Dinleyici: Merhabalar. Yanlış anlamadıysam, yerel yönetimler kanalıyla yapılan kültür ve sanat faaliyetlerinin çok başarılı sonuçlar vermediğini belirttiniz. Anladığım kadarıyla o sonuca vardık.
Aİ: Öyle bir sonuç çıkardık demeyelim.
Dinleyici: İstenen sonuç diyelim?
Aİ: Yok, eşbiçimlilik diyorum ben ona. Şu anlamda: İstanbul’da çok sanat üretimi var, yer bulamıyor. Halk çok çeşitli, oy veren çok çeşitli, ama ihtiyacına karşılık bulamıyor. Hep birbirine benzer, eş- biçimli programlar ortaya konuyor.
Dinleyici: Anlıyorum, yani istenen sonucu, beklenen sonucu vermediğini anlıyorum, ben onu anlarım. Eğer böyleyse, yerel yönetimlerin bu konuda önderlik etmesini öneriyor musunuz? Eğer öneriyorsanız, bu sakıncaları gidermeye dair önerileriniz var mı? İkinci sorumsa, yerel yönetimlerin kültür ve sanat faaliyetlerinde başı çekmesi veya onlar kanalıyla bu işlerin yapılması her ülke için geçerli midir? Ülkenin gelişmişlik düzeyiyle bağlantısı var mıdır? Yoksa genel kabul görmüş bir olgu mudur, genel bir uygulama olduğunu söyleyebilir miyiz? Üçüncü olarak, konu yerel yönetimler ve kültür olduğu için onun üzerine odaklandınız ama diğer pay- daşlarla ilişkili olarak ele almak gerekir mi bu konuyu? Merkezi yönetimle, özel sektörle bir bileşim içinde mi almak gerekir yoksa onun rollerinin çok önemli olmadığını mı düşünüyorsunuz?
EA: Sonuncu sorunuzla başlayalım. Zaten bu konuşma serisinin amacı, her buluşmayı, bahsettiğiniz ayrı alanlara yaymak. Geçen ay devleti konuştuk, şimdi belediyeleri konuşuyoruz, önümüzdeki buluşmada özel sektörü ve daha sonra bağımsız yapıları konuşacağız. Biz onları ayırmayı tercih ettik.
Aİ: Sondan başa gidelim. İstanbul’un kendine has bir durumu var. İstanbul’da merkezi yönetim biraz da kültür-sanat arzını yerel yönetimlere ve özel sektöre devretmiş durumda. İstanbul’da biraz Türkiye’nin genel resmi olduğu için durum biraz böyle. Konuşmamın başında söyledim, Atatürk Kültür Merkezi, gerçek anlamda mülkü devlete ait olan ve işletilen yegâne kültür merkezi. Onun dışında belli ki mevcut merkezi hükümet yerel yönetimlerin, yani belediyelerin, İBB’nin, bu işi iyi, uygun yaptığını, yeterli bütçesi olduğunu düşünüyor. Zaten İstanbul Türkiye’nin kültür başkent- liğini belli alanlarda oynayan bir kent olarak özel sektör de bunu yapıyor. Aralarındaki işbirliği, biraz mekânsal bazda var. Ama aslında yine baktığımızda kültür-sanat alanında bir nevi bir paylaşım olduğunu görüyoruz. Biraz daha eski tanımla yüksek sanat ya da yeni sanat tiplerinin özel sektör tarafından yürütüldüğünü, ev sahipliği yapıldığını görüyor olabiliriz. Yerel yönetimler biraz daha gündelik hayatın kültür ihtiyaçlarına, kültüre erişime dair hizmet veriyor. Sen bir şey mi ekleyeceksin?
EA: Şunu düşünüyordum: Yerel yönetimlerin önemi senin de bahsettiğin kültüre erişimi olanaklı kılacak kamu mercisi olması değil mi?
Aİ: Evet evet.
EA: Çünkü devlet zaten artık kültürden çekiliyor. Devlet bunu ya özel sektöre veriyor ya da gene Ayça İnce’nin bahsettiği gibi desentralizasyon politikalarıyla yerel yönetimlere bırakıyor ve bütçelerini de yerel yönetime veriyor. Bu yüzden yerel yönetimler önemli. Avrupa’da da çok önemli olduğunu görüyoruz. Avrupa Kültür Başkenti dönemi sırasında birçok iyi örneğini uluslararası sunumlarda izledik. Fransa, Hollanda anlatıldı. Hatta karşılıklı işbirliği yapılmak istendiği zaman (ki bu hep karşıma çıkan örnek) Hollanda’dan birçok gençlik merkezi, amatör sanat merkezi geldi. Ama burada karşılıklarını çok fazla bulamadılar. Çünkü onların hepsi yerel yö- netimler tarafından finanse ediliyorlar, bir yandan da çok fazla proje üretebilen sivil toplum kuruluşları. Buyrun?
Dinleyici: Bir genellemeyle başladınız: Devlet artık kültürden çekiliyor dediniz. Bu sizin araştırmalarınızdan, bulgularınızdan çıkan bir sonuç mu?
Aİ: Yok yok, geçen hafta konuşulmuştu.
EA: Konuşuldu ama şu şekilde: Bu, bütün dünyada geçerli bir sistem. Merkezi devlet, Kültür ve Turizm Bakanlığı ya da bakanlıkla, sanat konseyiyle yaptığı sıcak bütçe dağıtımını 1950’ler ya da ’80 öncesiyle karşılaştırdığınız zaman kısıtlamış durumda. Devlet “Ben sistem sağlayabilirim, vergi indirimi yapabilirim, merkezler açabilirim fakat bu merkezleri işletecek bütçeleri artık vermek istemiyorum” diyor. İstanbul’da bu çok aşikâr. Bütün Kültür ve Turizm bakanları bu açıklamayı yaptı, Başbakanımız bu açıklamayı yaptı. Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi büyük bir gündem kapladı. AKM 2008’den beri şu veya bu nedenle kapalı ve evet, özel sektör devraldı diyoruz ama İstanbul’da opera yok. Daha doğrusu olan opera, Kadıköy Süreyya Operası, çok küçük bir sahneye sığmış bir şekilde kısıtlı. Özel sektörün asla devralamayacağı ama kamu bütçesiyle sürdürülebilecek ve herkesin erişebileceği kültür yapılarında, kurumlarında bir azalma ve erime var. Bugün devlet galerilerinin çok güncel program- larla devam ettiğini iddia edemeyiz. Ayça’nın bahsettiği gibi, devlet bütçesiyle idame edilen kültür merkezleri yok denecek kadar az.
Aİ: Hem doğru hem de aynı zamanda AKP hükümeti aslında iktidara geldiğinden beri söylem bazında gerek o dönemin Kültür Müsteşarı Mustafa İsen, sonra Ertuğrul Günay (bunların hepsi benim makalelerimde cümle cümle yer almakta) hep “Biz artık kültüre müdahale etmeyeceğiz ama kültüre erişimin yollarını, kaynaklarını kuracağız” diyor. Şimdi biz gündelik hayatı biraz AKP ideolojisiyle bir olarak görünce sanıyoruz ki, kültür-sanata dair muhafazakâr bir derdi var. Evet, söylem bazında öyle. Ama aslında para yatırmak, idare etmek, işletmek bazında gayet kendini çekti. “Devletin bu konuda işi yok, gereğinde devlet sanatçısı olmasın, özelleştirilsin” diyor.
Dinleyici: Benim sormaya çalıştığım üçüncü soru tam da buna ilişkindi zaten. Devlet kendisini çekmeli mi? Türkiye’nin içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyinde bunu yapması doğru mudur? Üçüncü sorum tam da buydu, bunu sormaya çalışmıştım.
Aİ: Devletlerin, ülkelerin kültür politikaları olmalı ve bu politikalar hükümetten hükümete değişmemeli. Kültür politikalarının alanlarını konuştuğumuzda arkeolojik kazı alanlarından müzelerde bulunan kültür miraslarına, yok olmak üzere olan zanaat ve sanat tiplerine kadar geniş bir yelpazeden bahsediyoruz. Aslında devletin kültür politikaları, tam da özel sektörün ya da popüler olanın önemsemediği, korumadığı, yok olma riski altında yok olmaya yüz tutmuş şeyleri korumak ve sürdürmek üzerine olabilir. Ama müdahale ederek değil. Devlet tabii ki olmalı ama popüler bir anlayışla sahneyi belirlemek üzerine değil, tam tersine destek olan, gizli bir şekilde olmalı. Müdahalede bulunmadan bir şekilde desteğini sürdüren, politikası olan bir role devam etmeli.
EA: Zaten bu gündem de tartışılmıyor. Devlet elbette altyapıyı hazırlayacak. Bunu yapabilecek tek yetkili merci devlettir. Kültür kurumlarının sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için gerekli kültür yapılarının statüsünün tanınması gerek, bizde bu statüler yok. Vergi indirimleri olmalı, sanatçı hakları meselesi var. Fakat bu altyapının dışında bütün dünyada olduğu gibi her merkezi devlet az ya da çok finansal katkıda bulunuyor, sıcak para akışı var. Sadece kendi işlettiği kurumlara ayırdığı bütçe değil, kendi işlettiği kurumlar dışında, alandaki bağımsız yapıların ayakta kalmasını sağlamak için hibe programları ya da fonlar oluşturuyor. İngiltere’de Ulusal Sanat Konseyi var, Amerika’da da örnekleri var. Ancak bugün artık devletler artan nüfus ve coğrafi olarak da büyüyen şehirlerde bir kültür merkezi açmak, müze kurmak, galeri işletmek, opera oluşturmak gibi tüm kültürel ve sanatsal misyonların altına giremiyorlar. Biz ise maalesef bu değişimi sadece tek kurum üzerinden tartıştık, o da Atatürk Kültür Merkezi’ydi. Devletin AKM’nin bütçesini sağlamakta zorlandığı gerçeği bizim için sürpriz değil uzun süredir bilinen bir gerçekti. Zaten hepimiz biliyorduk ki AKM bu tartışmalarla, yenilenme meselesiyle kapanmadan önce de sanat yönetiminin doğru bir şekilde uygulanamaması yüzünden gerçekleşen problemler vardı ancak maalesef mimari projeyi tartışmanın ötesine geçemedik. Devletin kültürel yatırımdan çekilmesi tabii ki kabul edilemez. Devlet kamuya erişilebilir sanat ulaştırmak zorunda. Biz bu şehirde beş lirayla dünya kalitesinde bir opera izleyebilmeliyiz, tiyatro izleyebilmeliyiz. Bunu ancak devlet sağlayabilir. Elbette bu yük yerel yönetimlerle paylaşılabilir. Ayça’nın da anlattığı gibi, merkezden oluşturulmuş kültür politikaları yerellikleri yeteri kadar tatmin etmiyor. Her şehrin kendi kültür politikası da olmak zorunda. Örneğin İngiltere’de alana destek olan kurum olan Ulusal Sanat Konseyi ülkenin her bölgesine göre ayrı bir alt konsey kurmuş durumda. Alt konseyler kendi bölgesel kültür politikaları- nı yaparak o bölgenin ihtiyacına göre bir hibe programı oluşturuyor. O yüzden bizim de gönlümüzden geçen, hep istediğimiz şey, yerellikleri önemseyen, finansmanı sağlayacak bir katkı. Ama bunu da yapacak, kanunları çıkaracak zaten gene devlet. Burada devletten bir kopuş muhakkak olamaz. Ama herkesin karşı olduğu şey, devletin değişen hükümetlere göre kendi kültür politikasını kültür kurumlarına aksettirmesi. Bu büyük bir tehlike. İşte o zaman sanatta sansür geliyor, belli sanatçıların, yazarların yasaklanması oluyor. Kast ettiğimiz bunlar.
Aİ: Müdahaleci değil, tam tersine destekleyici, ön açıcı, fırsat ve imkânları sunucu, teşvik edici olması.
EA: Aslında özel sektörü gelecek ay Gökçe Dervişoğlu’yla birlikte de konuşacağız. Şimdi evet, devlet özel sektöre yerini bırakmış durumda ama özel sektörü de teşvik etmek için aslında yeterli altyapı da yok. İki üç kanun var ama onlar yönetmelik eksikliğinden işlemiyor. O yüzden özel sektör, girişimcilikle devam ediyor ama bunu da devlet çok fazla sağlamıyor. Orada bile altyapı eksiklikleri var. Bunları da önümüzdeki ay konuşacağız. Her şeyi şimdi söylemeyelim ki tekrar gelin! (Gülüşülüyor.)
Aİ: Evet, iyi bir nokta oldu.
EA: Peki o zaman, başka soru yoksa sohbeti sonlandırabiliriz. Çok teşekkür ederiz bizimle burada olduğunuz için. İyi akşamlar.
*Dr. H. Ayça İnce: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’den Sosyoloji alanında doktora ve yüksek lisans derecelerini, London School of Economics’den Kent, Mekân ve Toplum yüksek lisans derecesini aldı. Yüksek lisans seviyesinde “Asmalımescit’in kültür endüstrisi üzerinden mutenalaşması” ve “İstanbul müzik endüstrisinde bir kültür aracılığı örneği olarak Pozitif” konularını çalıştıktan sonra “Kültür Politikalarında Eşbiçimlilik: İstanbul İlçe Belediyeleri ve Kültür Merkezleri Örneği” başlıklı doktora tezini sundu. Bu sürede Türkiye’deki ilk Üniversite Merkezi olan Kül- tür Politikaları ve Yönetimi Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin (http://kpy.bilgi.edu.tr) kurulmasını sağlayan Yerel’de Kültür Politikalarını Geliştirme Projesi’ni (2008-2011) İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde koordine etti. 2004-2013 yıllarında aynı üniversitede Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü’nde lisans ve lisansüstü dersler verdi. Ayrıca Merkez’in eğitim programlarını ve yayınlarını koordine etti. Halen bağımsız araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Son dönemdeki kültür politikaları ve yerel yönetimler üzerine araştırma ve yayınlarını takip etmek için bkz: https://bilgi. academia.edu/AYCAINCE?notification_code=v1MsO1oW