Ekmel Ertan* ile 8 Mayıs 2013’de Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi’nde gerçekleşen ve Esra A. Aysun’un düzenleyip sunduğu Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar serisinin üçüncüsü olan bu konuşma 2014 Yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ve Esra A. Aysun tarafından hazırlanan Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar kitabında yeralmaktadır.
Esra A. Aysun: Şubat ayından beri devlet, özel sektör, yerel yönetimler derken en sonunda en önemli bölüme geldik: Bağımsız yapılar ve sanat yönetimi. Bugüne kadar konuşmacılarımızla ağırlıklı olarak alandaki akademik çalışma ve araştırmaları kapsamında konuştuk; Ekmel Ertan’la ise bire bir sanat yönetimi üzerine, pratikteki deneyim ve uygulamalarına dayanarak sohbet edeceğiz. Önceki toplantılarımızda devletin kültür ve sanat alanındaki yapısal ve finansman eksikliklerini, uyguladığı ya da uygulamadığı kültür politikalarını, yerel yönetimlerin sanata olan etkilerini konuştuk. Üçüncü toplantıda özel sektörden bahsettik. Şirketlerin finansman desteği verdiği, bizzat kuruculuk ve sürdürücülüklerini yürüttükleri kültür kurumlarının günümüzde nasıl algılandıklarını tartıştık. Ve bugün de desteksiz ve altyapısız bir ortamda mucize sayabileceğimiz sanat yapılarından konuşacağız. Türkiye’de bu yapıları sanatçı inisiyatifleri olarak biliyoruz. Sanatçı inisiyatiflerinin, kolektif yapıların tarihi 1950’lere kadar gidiyor. 1980 sonrası kendi oluşumlarını, kendi kurumsal yapılarını ortaya çıkaran sanatçılara baktığımız zaman 2000’den başlayarak yeni bir dil geliştiren sanatçı inisiyatifleri ve sanatçıların yanı sıra kültür operatörleri ya da sanat yöneticileri tarafından kurulan inisiyatiflerin de olduğunu görüyoruz. Geçen gün bir sohbet sırasında konuşuyorduk, 2012 sonunda önemli bir dönem bitti aslında. 2000’ler itibari ile başlayan AB hibeleri destekli ve özellikle 2010 AKB Ajansı’nın kurulumuyla artan ve Fransa’da Türk Mevsimi, Hollanda-Türkiye Kültürel İşbirliği Yılı gibi devam eden kültürel etkinliklerle alandaki sivil girişimlerin Yerel Yönetim, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı ile ilk kez bu kadar yakın temasa geçerek işbirlikleri yaptığı dönem 2012 sonunda bitti. Yaklaşık on yıl süren bu dönemde alanda birçok yeni sanatçı inisiyatifi kuruldu, gün itibari ile bir kısmının etkinliklerini sonlandırdıklarını ya da sessizleşerek kendi kabuklarına çekildiğini görüyoruz. Belki önümüzdeki dönemlerde yeniden yapılanacak ve tanımlanacaklar. Örnek vermemiz gerekirse alanın en eskilerinden Apartman Projesi Berlin’e taşındı, Hafriyat mekânını sonlandırarak kolektif üretimine de bir ara verdi, PİST rezidans programını sonlandırdı. Bugünkü konuşmacımız Ekmel Ertan’ın kurucularından biri olduğu ve günümüzde de proje yaratıcısı ve lideri olarak sürdürücüsü olduğu AmberPlatform ise bahsi geçen sanatçı inisiyatiflerinden farklı bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü çok da genelgeçer algıda rahatlıkla algılanmayacak bir iş yapıyorlar, yeni medyayla uğraşıyorlar. Bu da ironik, bir taraftan çok güncel, bugüne ait, yalnızca sanat alanına da ait değil, bilim, teknoloji gibi birçok alanda gördüğümüz bir yapı; öte yandan bu bilindik yapının sanatla oluşturduğu dile alışkın değiliz. Hem görsel sanatlarla hem gösteri sanatlarıyla bağ kurabilen hem de farklı disiplinlerle iç içe olabilen, daha niş olarak kalan bir alan yeni medya.
Ekmel uzun yıllardır akademik hayattasın, Bilgi Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi gibi alandaki ilk yeni medya bölümlerini kuran üniversitelerde uzun yıllar hocalık yaptın. Sanatçı yanın var aynı zamanda. İstersen Amber’in doğuşundan önce senin alana nasıl girdiğinle başlayalım konuşmamıza.
Ekmel Ertan: Alaylı akademisyenim. O yüzden bu toplantının da tonu farklı olacak. Benim konuşmam daha çok bir case study, vaka araştırması; sadece bizim deneyimimizi anlatabilirim. Ki o da bağımsızların deneyimi değil, bireysel deneyimimiz. Elektronik mühendisiyim. İstanbul’da başlayan, yurtdışında devam eden bir mühendislik hayatım oldu. Telekomünikasyon alanında tasarım mühendisliği yaptım. 1997’de Türkiye’ye döndüm, fotoğraf ve tasarım işleri yapan bir şirket kurdum. 1999 yılında Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı programında ders vermek üzere bir teklif aldım. O sıralar Türkiye’de Görsel İletişim Tasarımı bölümleri henüz yeniydi, ilk öğrencileri üçüncü yıllarına gelmişti. Bu bölümlerin kuruluş tarihi 1997-98, müfredat tüm eğitimi kapsayan bir planlamadan ziyade, zamanı geldikçe oluşuyordu; en azından Bilgi’de durum buydu ama hepsi için de geçerli. Başlangıcında Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı (VCD) bölümünün alana dair ciddi bir öngörüsü vardı ki zaten o yıllarda öncü rol oynadı. Bilgi Üniversitesi’nde 1999’dan 2006’ya dek ders verdim. O süreç içerisinde Bilgi VCD eğitimi ve özellikle öğrenci sergileriyle Türkiye’de yeni medya tasarımı alanını da biçimlendiriyordu. Bu arada Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde, Sabancı Üniversitesi’nde de dersler verdim. 2006’dan beri de Sabancı’da ders vermeye devam ediyorum. Eği- tim Türkiye’de yeni medya alanının oluşmasında önemli rol oynadı. Eğitim sürecinde ihtiyaç oluştu ve dönüştü. Akabinde de, şimdi yaptığımız işlerin zemini oluşmaya başladı.
EA: Amber’in ortaya çıkışı da bu dönem değil mi?
EE: İlk AmberFestivali 2007’de yaptık. Ondan önce 2006’da Tekne Dijital Performans Platformu’nu yapmıştık; ilk deneyimimizdi. Sonra nasıl devam edecek, nereye gidecek sorularına cevap vermek, kararlar almak gerekiyordu. O sürecin sonucunda dernek kurmaya karar verdik. Beden İşlemsel Sanatlar Derneği’ni kurduk, derneğin ilk etkinliği da Amber’07 Sanat ve Teknoloji Festivali idi.
EA: Amber’in yapılanmasına geçmeden evvel şu soruyu sorsam: Dernek kuracak kadar bu fikre, ortak hayale sahip bir grup muydunuz? Yoksa sanat adına kurulan çoğu dernek gibi sizi desteklemek isteyen arkadaşlarla mı kuruldu bu dernek?
EE: Yok, bütün hikâye benim altı ay sürecek uzun bir workshop yapmak istememle başladı. Dansçıların, mühendislerin, tasarımcıların, görsel sanatçıların bir arada olduğu uzun bir süreç içerisinde, ortak çalışmayla bir ürünün ortaya çıkacağı bir atölye tasarımıydı. Bu yola Özlem Alkış’la beraber çıktık, o proje gerçekleşmedi. Özlem Fransa’ya gitti. Ama başka karşılaşmalarla –Aylin’le (Aylin Kalem) karşılaştık mesela– proje başka bir şeye dönüştü, Tekne’yi yaptık. Aslına bakarsanız, 2007’ye gelindiğinde 90’ların sonlarından beri bu alanda yetişen öğrenciler vardı; internet her tür bilgiye ve habere erişimi kolaylaştırmış, yeni bir öğrenme heyecanı yarat- mıştı; yeni medyanın gelişimine dair işaretler heyecan vericiydi. Biz de o heyecanın parçasıydık. Ben bu alana yönetici olarak veya olmak niyetiyle girmedim. Kendi işlerimizi yapalım, kendimize ortam yaratalım diye girdik. Üstüme kaldı, en azından Amber öyle oldu! Böyle bir heyecanla başladık. Öyle ki, ilk festivali kişisel banka kredisiyle yaptık!
EA: Bu da bir gerçek! Çoğu insan kendi projelerini gerçekleştirebilmek için banka kredisi alıyor. Herhalde bireysel kredi aldınız değil mi?
EE: Dernek olarak kredi almanız mümkün değil.
EA: Bir bankayla yaptığımız konuşmada ben de aynı cevabı almıştım. Küçük, orta ölçekli işletmelerin desteklendiğini biliyoruz; kobi. Ben de büyük bir inançla bankaya gidip “Biz de aslında dernek olarak bir kobiyiz ve bir kobi olarak da kredi almak istiyoruz” diyerek başvurduğumda şöyle dediler: “Maalesef siz satılabilir ürün üretmediğiniz için kobi kapsamında değerlendirilemezsiniz.” Sanat derneklerinin bir problemi de bu aslında: Ekonomik gelir elde eden bir etkinlik yapmak bile finansör için yeteri kadar ikna edici bir ürün olmuyor. Elle tutulur ve tekrar üretilebilir bir obje üretmenizi, onu satarak da kendinizi idame ettirmenizi istiyorlar.
EE: Zaten Avrupa fonlarına başvururken bazı durumlarda banka garantisi istendiği oluyor. Yurtiçi mi, yurtdışı mı hatırlamıyorum ama yine böyle garanti istediklerinde Garanti Bankası’na gittik (Gülüyor). Ancak talep istediğimiz miktarda bir parayı bankaya yatırırsak banka garanti gösteriyor!
EA: Zaten bunlar güvencede bir parası olan, riske girmeden yeni bir proje, etkinlik gerçekleştirmek için ekstra para alma ihtiyacında olan yapılara daha uygun.
EE: Evet. Projemizi 2007’de bir banka kredisinin yanı sıra Türkiye’deki elçiliklerin kültür ataşeleri, Goethe, Cervantes gibi kurumlar sayesinde yapabildik.
EA: Ondan da bahsedelim. Bahsetmiş olduğun yabancı konsolosluklardan ya da kültür ofislerinden alınan destekler ağırlıklı olarak o ülkeyi temsil eden sanatçının uçağı ve konaklamasını karşılıyor, sanatçı ödemelerini almak bile zor oluyor.
EE: Zaten onu sizden istiyorlar ki eşit bir dağılım olsun.
EA: Amber’in bir özelliği de Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ile en uzun soluklu çalışan sanat oluşumlarından olması…
EE: 2010 senesinde verilecek fonlar için 2007’de çağrılar yapılmıştı. Biz 2008 Şubat ayında üç yıllık proje verdik, yani üç Amber: 2008, 2009 ve 2010 Amber Festivali, Konferansı ve Amber Platform dediğimiz kamuya açık mekânın oluşturulması. 2008 Mayıs ayında proje kabul edildi. En erken projelerden biri. Dolayısıyla 2008’de İstanbul 2010 Avrupa Başkenti Ajansı’yla çalışmaya başladık.
EA: Ajans hakkında çok eleştiri duyduk, daha önce de konuştuk. Ama ajans belirli bölümlerde iyi çalıştı. İçeride büyük gayretlerle çalışan kültür sektöründen profesyoneller vardı ki görsel sanatlar bunların başında geliyordu. Beral Madra’nın katkılarını da anmak lazım.
EE: Kesinlikle anmak lazım. Sanat Limanı’yla çok görünür hale gelen, 2010’un en yaygın işlerini yapan bölümlerinden biriydi. Şu da ilginç, Türkiye’de ilk defa devletten para aldık. Sadece biz de değil, birtakım bağımsız yapılar, bir araya gelen sanatçı grupları para alabildiler. O güne kadar benzeri bir örnek yoktu. Devletin bu tür bir alışkanlığı olmadığı için hiçbir prosedür de yoktu. O günleri hatırlayınca çok komik geliyor ama 2008’deki festival için 30 kişinin uçak biletlerini almışız, rezervasyonları yapmışız, turizm şirketi paraları ödemiş, biz turizm şirketine ödeyeceğiz. Festivalin açılacağı gün ajansta sinir krizi geçirmiş durumdaydım. Çünkü hâlâ para almamıştım, para almamız ancak festival başladıktan üç gün sonra mümkün olmuştu! Artık bir önemi kalmadı ama, ajans parayı çalışanlarından birinin banka hesabına yatırdı, o kişi parayı çekip, bankanın emniyet memuruyla birlikte bizim bankaya getirdi, derneğin hesabına yatırdık. Böyle bir işleyiş…
EA: Sanırım kuruluş günlerinin acemiliği. Daha sonra öyle işlemediğini biliyoruz.
EE: Çok legal değil, devlet böyle çalışmaz, bunu biliyoruz. Burada bir iyi niyet var elbet. Aslında olmayan prosedürler bizi o kadar zorluyor ki, işin yapılabilmesi için iyi niyetle sistemin dışına çıkmaktan başka çare kalmıyor. Zaten problem Türkiye’de devletin vatandaşıyla ilişkisinde bu iyi niyetin olmaması. Devletle ilişkinizin herhangi bir aşamasında, fon yazıp başvuru yaparken ya da kullandığınız parayı açıklarken, suçlu hissediyorsunuz, çünkü öyle sorular soruluyor, öyle şeyler isteniyor ki “Acaba nerede yanlış yaptık” diye düşünmeye başlıyorsunuz.
EA: Ajansın verdiği hibenin bir zorluğu şu: Hibe gruplara etkinlik harcamaları yapıldıktan sonra ibraz edilen faturalar karşılığı veriliyordu. Bu da çok bilinen bir gerçek değil. Bazı kişiler ajansı eleştirirken, hibe alanları da “Oo, bir sürü kişi de bir dolu paralar aldı, bir dolu etkinlikler yaptılar, paraları da yediler” gibi bir algıda konuştu. Halbuki imkânsız, siz ancak faturalandırıp harcadığınız parayı belgeledikten sonra o hibeyi alabiliyordunuz.
EE: Müteahhitler ve sanatçılar parayı aynı şekilde alıyor. Dolayısıyla biri sermaye kurumu, diğeri kâr amacı gütmeyen bir kurum; biz derneğiz, sermayemiz yok. En son Hollanda’da bir sergi yaptık, Hollanda-Türkiye İşbirliği Yılı kapsamındaydı, Dışişleri Bakanlığı’ndan 56 bin lira gibi bir para aldık. Fonu Lahey Büyükelçiliği yürüttüğü için parayı onlardan aldık, ama paranın tamamını işin yapılmasından sonraki üç ay içerisinde alabildik. Bunlar bizim gibi yapıların işleyişini zorlaştırıyor.
EA: Siz Türkiye’den bir kültür kurumu olarak parayı Hollanda’dan mı aldınız?
EE: Hayır. Şöyleydi: Hollanda ve Türkiye iki çağrı açtı, Hollandalılar Türkiye’de yapacakları için kendi devletlerine, biz Hollanda’da yapacağımız için kendi devletimize başvurduk. Ama parayı Lahey’deki büyükelçi dağıttı. Dediğim gibi, biz sergiyi Eylül’de yaptık, en son para Aralık ayında ödendi. Bu şu demek oluyor: Biz başka projelerin paralarıyla o sergiyi yapmak gibi bir risk altına giriyoruz. Şunun garantisi de yok: Faturaların hepsi kabul edilecek mi? Bir memur gayet rahat bir biçimde bunu ödeyemem diye geliyor. “Bu uygun değil” diye size geri gönderebiliyor. Ama gecikmeler dışında hiçbir problem olmadı, bire bir çalıştığımız insanlar hep iyi niyetliy- di aslında; yardımcı olmaya, işlemleri hızlandırmaya çalıştılar.
EA: Bütün bu yıllar nasıl geçti Ekmel? (Gülüyor.) Amber Festival’in altıncısını yapacaksınız. Her sene bu şekilde bir fonlama cambazlığı mı yaptınız? Nasıl ilerleyebildiniz bu şartlarda?
EE: İlk üç sene İstanbul 2010’dan aldığımız destek bize çok yardım etti. O olmasaydı, bugün Amber devam edemeyebilirdi. İlk sene yapmıştık, ikinci sene tökezlerdik, üçüncü seneye de ener- jimiz kalmazdı. İlk seneyi yapıp üç yılı kapsayan bir proje yazıp 2010 ajansına başvurduk ve kabul edildi. Dolayısıyla üç seneyi 2010 Ajansı’nın desteğiyle gerçekleştirdik. Beş yılı devirmiş festivallere “e artık bu gider” deniliyor. Avrupa fonlarına başvurmanız için mesela beş yılı geçmiş olmanız gerekiyor. Bir sene daha gayret gösterelim, iki sene daha gayret gösterelim de beşinci sene olsun, belki daha fazla fon bulma şansımız olur diye devam ettik. Biz 2010’dan yaklaşık 350 bin lira para aldık. Festival başına 150 bin lira gibi bir para idi bu. 2011’de festivali sanıyorum 20 ya da 30 bine yaptık. Dolayısıyla sanat yönetimi ve ortaya çıkan işin kalitesi de bu koşullara bağlı.
EA: Süreçten bahseder misin? Bir festivale nasıl hazırlanıyorsunuz? İlk önce festivalin içeriğini, konseptini, çerçevesini mi oluşturuyorsunuz? Bir yandan da bütün bu can sıkıcı bütçe meseleleriyle uğraşmak nasıl etkiliyor çalışmalarınızı?
EE: Açıkçası bütçe meselesi belirleyici oluyor. Festivalle yaşamamız zaten mümkün değil. Çünkü festival para getirmiyor, hiçbir şey satmıyoruz, giriş de ücretli değil. Tüm festival ücretsiz. Dolayısıyla festivalden bir para gelmiyor. Türkiye’den aldığımız yardımların % 90’ı zaten ayni yardım. Yer, mekân gibi; mesela geçen sene Başbakanlık Tanıtma Fonu’ndan 7000 lira aldık. Biz festivali zararsız kapatabilirsek bir bayram havası oluyor çünkü bugüne kadar festivalden hep zarar ettik.
EA: Peki kaç kişilik bir ekipsiniz?
EE: Önce önceki sorunun ilk kısmına yanıt vereyim: Senenin sonunda ya da başında, bir önceki festival bittiği anda bir sonrakinin temasını tasarlamaya başlıyoruz. Bu seneye kadar bu işin yapısını pratik olarak Özlem Alkış ve Nafiz Akşehirlioğlu ile birlikte götürdük. Böyle küçük bir ekiple festivalin temasına karar verdikten sonra Şubat sonu gibi uluslararası bir çağrı ya- yımlıyoruz. Çağrının kapanması işlerin seçimi ve davet edilmesi vb Eylül’e kadar sürüyor. Bu sene erken davranmaya çalışıyoruz, Mayıs sonunda çağrılar kapanıyor. Kasım ayında yapacağımız festivalin tüm içeriğini Temmuz ayında oluşturmuş olmayı umuyoruz. Bir kısmı davet ettiğimiz, bir kısmı da çağrılardan seçtiğimiz işler oluyor. Bir de dahil olduğumuz projeler çerçevesinde gelen işler var.
EA: Kavramsal çerçeve oluştu, uluslararası kontaklar da çok keyifli ilerliyor, aynı dili konuşan kontaklar buluyorsunuz. Aynı tutkuyla bir program oluşturuyorsunuz. Sonra bir bütçelendirme meselesi, festivalin tanınması için çalışmak, şehre daha fazla yayılabilmek var. Çok kişiye ulaşabilmek için neler yapıyorsunuz?
EE: En azından çaba sarf ediyoruz (Gülüyor.). İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2011’de 50 billboard için bize söz verdi. Daha önceki senelerde de belediye söz vermişti ve billboard görsellerini bastırıp kullanmıştık. Billboard için bastırdığımız afişler çok da ucuz değil, 50 adet için 5 ila 7 bin (TL) arasında bir maliyeti var, ve genellikle bizim tanıtım için yeterli bütçemiz olmuyor. Olan bütçeyi hep içeriği iyileştirmek için kullanmak eğiliminde oluyoruz. 2011’de Eskişehir’de üniversite çevresinden arkadaşlarımızı devreye sokup 50 billboard’u Eskişehir Belediyesi’nin bastırmasını sağladık. Yeri gelmişken tekrar teşekkür etmeli. Posterler geldi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni aradık, “A! ama önümüz bayram, billboard’lar dolu” dediler. Hepsi elimizde kaldı. Hâlâ o 50 billboard duruyor. Eskişehir’e de söyleyemedik. Böyle aksaklıklar kolaylıkla olabiliyor!
Para nerelerden geliyor? 2008’de Türkiye, Avrupa’nın ilgi alanına girmeye başlamıştı, birtakım kurumlarla yazışmalarımız başladı. Prag’tan, Çek Cumhuriyeti’nden, hâlâ çalışmalarımızı sürdürdüğümüz bir kurum bize bir proje teklif etti. Bizim o sırada Avrupa Projeleri hakkında pek bir fikrimiz yoktu. Partnerliği kabul ettik ve ilk deneyimimiz de o oldu. Immediate isimli bir yeni medya-dans- performans projesiydi. İki yıl sürdü. Elbette bir projeye başlamak, bir parça deneyim edinmek, bir ağa dahil olmak, belirli bir bilgi ve beceri kazandırıyor, bazı engelleri ortadan kaldırıyor. Şu anda yedinci projemizi yürütüyoruz.
EA: Şimdi kolaylıkla yedi diyoruz ama müthiş bürokratik zorlukların olduğu da malum.
EE: Bunların biri de kendi projemiz, yani bizim koordine ettiğimiz proje. Bütün bu süreç şöyle gelişiyor: Siz bir proje alıyorsunuz, Avrupa projelerinin kültür fonları yüzde 50, kalan yüzde 50’yi sizin bulmanız gerekiyor. Öbür yüzde 50’yi bulmak için devletten özel sektöre, çeşitli kaynakları kullanarak destekçi bulmaya çalışıyoruz. Belediyelere, Kültür Bakanlığı’na gidiyoruz. Bugüne kadar bu adreslerin hiçbirinden netice alamadık. O zaman elimizde kalan diğer çözüm şu oluyor, yeni bir fona daha başvurmak. Dolayısıyla her şey zincirleme büyümeye başlıyor, biz birdenbire yedi projenin içinde bulduk kendimizi. Sonunda bu projeleri çok dağınık kaynaklardan çok küçük miktarları bir araya getirmek marifetiyle, yani zorlu süreçlerle kapatabildik.
EA: Yedi proje için kaç kişilik bir ekip çalışıyor peki?
EE: İki, hadi üç olsun. (Gülüyor.) Geçtiğimiz Eylül ayından beri ilk defa profesyonel birisiyle çalışıyoruz. Tam zamanlı çalışan hem işin hızını, temposunu, hem de profesyonel kalitesini çok arttırıyor. Ece (Kuray) ekibimize katıldı.
EA: Bu da çok önemli. Bir derneğin kirasını ödeyebilmesi, elektriğini, suyunu, faturasını ödeyebilmesi, masrafını karşılayabilmesi, proje için ona yardım eden gönüllü bir ekip olsa bile, onların en azından yemeğini karşılayabilmesi ve bütün bunları yaptıktan sonra da birini full-time ve o profesyonellikte kadroya alabilmek büyük bir başarı. Bunu hibeli programlar dışında yapabilen zaten yok. Böyle bir kadrolaşmayı ancak fonlu projelerle yapabiliyor olmanızı da vurgulamamız gerekir.
EE: Özlem (Alkış) mesela “yeter” dedi ve gitti. Amber’in buraya gelmesi de Özlem sayesinde olmuştu. Özlem dansçıydı ve istatistik mezunuydu. Matematik bilgisini Amber’in hesap kitap işlerinde kullanıyordu ama dans etmeye de devam etmek istiyordu. Almanya’ya kaçtı! (Gülüyor.) Benim için aynı durum geçerli, ben de yarı zamanlı yönetici oldum. Bu benim için profesyonel bir kariyer değil.
EA: Peki fikri ortaya atan, geliştiren, her şeyle ilgilenen kişi olarak festivalde hangi konuşmanın hangi salonda olacağından, serginin nerede, hangi ışıklandırma sistemiyle, kime ulaşacağına karar veren kişi olmak da mazoistçe bir zevk vermiyor mu? Sanat yönetimi dediğimiz biraz da bu değil mi? Bütün içeriğe hâkimsin ve yönetim de sende.
EE: Sergiyi de kuruyordum, web sitesini de yapıyordum; beş sene boyunca da böyle sürdü. Çok zevkli değil çünkü bir süre sonra niye yaşıyorum diye sorgulamaya başlıyorsun. Sürekli çalışıyorsun. Arkadaşlarınla da başka bir konu konuşamaz hale geliyorsun. Ya depresif bir ruh hali içindesin ya da işten bahsediyorsun, arası yok.
EA: Sanatçı inisiyatifleriyle ilgili de konuşalım. Sanatçı inisiyatifleri tek bir sanatçının kurduğu ve onu destekleyen kişilerce dernekleştiği bir işleyişe sahip. BAS, Apartman Projesi ya da PİST gibi tekil sanatçıların kurduğu örnekler ya da Hafriyat ve Avrupa Kültür Derneği gibi kolektif yapılar gördük. Özellikle tek kişi olarak oluşumunu dernek statüsünde yapılandıranlar hep şunu söyledi: Kurumsallaşmak istemediğim için böyle bir yapı kurdum. O derneğin üyesi 17 kişi varsa bile onlar sadece kâğıt üzerindeki destekçiler aktivitelerde fiili rol alıyor. Ekip kurmak iyi mi, kötü mü? Sen ne düşünüyorsun?
EE: Biz derneği 11 kişi kurduk. Bu işle, alanla hakikaten ilgilenen, bu alanda iş yapan, zaman ve enerji harcayan, alanın gelişmesini isteyen sanatçı, mühendis, akademisyen ekibi bir araya gelerek kurduk. İdareyi sonra üç kişi yürüttü.
EA: O 11 kişi halen duruyor mu dernek üyesi olarak?
EE: Duruyor. Şöyle: Ondan sonraki senelerde de dahil etmeye çalıştık. İlk defa bu sene daha fazla başarıyoruz. Kurumsallaşıyor olmamız, bir parça daha profesyonelleşiyor olmamız, artık çevremizdeki insanların da “bunlar ölmeyecek” demesini sağlıyor. İnsanlar da destek olmaya, ilgilenmeye başladılar. Bu son sene mesela çok fazla iş dağılmış durumda; Amber ‘13’ün içinde eğitim sergisi olacak, öğrenci işlerinin çıktılarından oluşan bir sergi, bu işin takibini bir arkadaşımız üzerine aldı mesela. Endüstriyle ilgili başka bir iş olacak, onu da bir başka arkadaşımız üstlendi. Artık bu iş es- kiden olduğu gibi tek bir kişinin üzerinde değil. Dağıldı. Katılımcı ortam ancak gelişiyor, yavaş yavaş.
EA: Dernek üyelerinden aidat alıyor musunuz?
EE: Almıyoruz. Suç ama almıyoruz.
EA: Kısaca siz kendiniz o parayı veriyorsunuz. Muhasebenin içine dahil ama kişilerden alıp almamak sizin kararınız. Kafamı kurcalayan bir durum var, kültür sektöründe sanatla uğraşan az çok belirli çoğunluktayız. Hayat mücadelesinde varolma kavgasıyla başka derneklerin varolmasını sağlamak için ne onlara bir katkı yapabiliyoruz ne de kendi derneklerimiz için sembolik olan ücretleri ödeyebiliyoruz. Neden?
EE: Şu anda Türkiye’de bunu gerçekleştirebilen tek örnek sanırım Açık Radyo. Dinleyici bağışıyla yaşıyor Açık Radyo. Bunu hakikaten örgütlediler, işler hale de getirdiler. Açık Radyo’nun kamu hizmeti olduğu da düşünülebilir.
EA: Biz o şekilde kimseye seslenemiyoruz. Bu da bizim hatamız belki. Kolektif olamamak ya da insanları yakalayacak bir dil kuramamak. Daha bilinir, zaten bu işi bilen kişilerle bunu yapma üzerine mi zaman kalıyor?
EE: Kolektif olamıyoruz ama başka türlü de yürümezdi. Ekibi yeterli olmayan bir dernek yapısıyla da altı Avrupa projesinin altına giremezsiniz. Birisinin, birilerinin sorumlu olması lazım.
EA: Festivalin nasıl bir izleyicisi var?
EE: Amber’in yedincisini yapıyoruz ve bilinirliğimizden yeni yeni söz edilebilir hale geldi. PR desteği olmadan, profesyonel bir yardım almadan, tanıtım stratejisi olmadan zaman alıyor. Yıllar içinde bir şeyler birikti, görünürlük zamanla kendiliğinden sağlanıyor; yavaş ve zahmetli oluyor. Bu yüzden kimi zaman, ulaştığı izleyici sayısını göz önüne alınca, emeğimizin karşılığını alamadığımızı söylemek mümkün.
EA: Sen de diyorsun, bir noktadan sonra kimseye ulaşacak güç de kalmıyor. O varoluş mücadelesi içinde o etkinliği gerçekleştirebilmek için kendi içimize kapanıyoruz. Peki yeni medya üzerine yaptığınız festivali seyirciye nasıl tanıtıp anlatıyorsunuz?
EE: Anlatmak gerekmiyor. Yeni medya çok açık bir alan. Herkesin hayatının içerisinde. Yeni medyanın, iletişim kurmak açısından teknolojinin sağladığı ciddi bir avantajı var. Sanat olarak teknoloji, sanatın algısını da kolaylaştırıyor. Bir de sanatı yere indiriyor. İşin içine teknoloji girdiğinde çok rahat iletişim kurulabilen, başka birtakım sosyal yapıları, işlevleri de barındıran bir şeye dönüşmeye başlıyor. O yüzden erişilmesi zor olan teknoloji değil, tam aksine kolay olan o; geçtiğimiz senelere kadar bizim festivalde gösterdiğimiz türden işlerin galeriye girmesi zordu, sanat kabul edilmiyordu zaten. Hâlâ birçok durum ve yer için öyle, çünkü hâlâ niş, dünyada da böyle. Günümüzdeki koleksiyonerler yeni medya işleri de almaya başladılar. Yeni medya koleksiyonerlik için de zor; satılan, alınan bir alan da değil.
EA: Ben de tam bunu soracaktım: İstanbul’da bu alanda iş üreten, birlikte iş ürettiğiniz sanatçılar var mı?
EE: İstanbul’da iş üreten sanatçılar var. Hatta İstanbul’da yaşayıp uluslararası iş üreten sanatçılar var. Türkiyeli olup yurtdışında yaşayan ve üreten sanatçılar, araştırmacılar da var.
EA: Birkaç isim söyleyebilir misin?
EE: Burak Arıkan’ı sayabiliriz. Dünyanın her yerinde işlerini sergileyen bir sanatçı. Viyana’da yaşayan Ebru Kurbak’tan bahsedebiliriz. Var ama çok fazla da isim yok aslında; yeni medyayı kullanmakla, yeni medya kariyeri yapmak ayrı. Saydığım isimler yeni medya sanatçıları. Yeni medya anlamlı bir tanım değil aslında. Bu sanatçılar bütün işlerini teknolojinin getirdiği konseptler, kavramlar ve teknikler üzerinden üretiyorlar. Selim Birsel’in de hareketi yakalayıp aktive ettiği görsel bir işi vardı fakat Selim Birsel’i yeni medya sanatçısı saymıyorum. Teknolojiyi kullanırken neyi söylüyorsunuz, nasıl algılıyorsunuz, nasıl dönüştürüyorsunuz, nasıl kullanıyorsunuz orası önemli. Bütün işlerinde bir birikim oluşturan, o alanda çalışan genç bir kuşak Türkiye’de de oluşmaya başladı.
EA: Senin de hocalık yaptığın bölümlerin bu gidişata bir katkısı var mı sence?
EE: Türkiye’de yeni medya alanında eğitim veren kurum yok. Hiçbir okulda yeni medya departmanı yok. Bu alanın yetişmesi görsel iletişim tasarımı bölümleriyle oluştu. Bilgi Üniversitesi’nin ilk yıllarda yaptığı Track adlı öğrenci sergileri bu alanı çok geliştirdi. Görünürlük kazandırdı. Hakikaten iyi de işler çıktı. Dolayısıyla orada bir heyecan başladı. Zaten orada devam etti, şu anda da sanat fakültelerinde yeni medya dersleri bir yerlerde var ama pratik olarak öyle bir ders filan yok. Görsel iletişim tasarımının da işi değil bu; görsel iletişim grafik tasarımın dijital teknolojilerle dönüşmüş hali. Sanat bölümlerinde yeni medya yok. Ama hâlâ görsel iletişim tasarım bölümleri bu ihtiyacı bir şekilde karşılıyor. Daha doğrusu oradaki öğrencilerin ve eğitmenlerin ilgisi karşılıyor.
EA: Peki bu kadar az bilinen bir alanda iş üreten, araştırmalar yapan bir oluşum olarak Amber’in misyonu nedir açıklar mısın? Yeni sanatçıların ortaya çıkması, onları motive etmek, yeni işlerin oluşması için ortam hazırlamak gibi olanaklar yaratmayı hedefliyor mu Amber?
EE: Festivalin amaçlarından biri Türkiye’de bu alanda iş üretenlerin uluslararası görünürlüğünü sağlamak. Türkiye’de bir pazar yaratmaya çalışıyoruz. O pazarı yaratırsak, birileri görünür olacak, değiş-tokuş olacak. Bir yandan da öğrenciler yetişiyor. Bitirme ödevleri yapılıyor, onların arasından çok iyi işler çıkıyor. Master düzeyindeki öğrenciler çok iyi işler yapıyorlar. O işlerin hepsi uluslararası ortamda sergilenebilecek işlerken ödev olarak yapıldığıyla kalıyordu. 2007’deki ilk sergide, o sırada İstanbul Teknik Üniversitesi Tasarım ve Bilişim Teknolojileri Bölümü vardı, çok iyi bir bölümdü, üniversitenin kendi işleyemeyişi yüzünden kapanmak zorunda kaldı. Orada yapılan bazı işler ilk Amber’de sergilendi. Çok da iyi işlerdi. Sonraki yıllarda da hep öğrenci işlerini sergiledim; ama öğrenci işi olarak değil, üzerinden bir yıl geçti, o işler yeniden ele alındı ya da öğrenci başka işleriyle genç sanatçı olarak geldi. Bu alanda çalışan, çalışmak isteyen öğrenciler, gençler ciddi bir kaynaktı. Yaptıkları işin Amber dışında hakikaten Türkiye’de pazarı yok.
EA: O işlere sonra ne oluyor?
EE: Şu dönemde öğrenci ya da genç sanatçılar hakikaten Amber’e başvurmak için çağrıları bekliyor. Bir işin sanatçısı olarak bir festivalde olduğunuz zaman müthiş bir network’ün de içine giriyorsunuz; oradan ilerlemek mümkün ve onsuz olmuyor. Sergilenen işler, o işler ya başka yerlerde sergileniyor ya da atılıyor bilmiyorum.
EA: Bir arşiv olanağınız yok mu?
EE: Arşiv olanağımız yok. İşlerin hakkı da bizde değil, sanatçısında. Ama biz onları müze gibi satın alıp telifini ödeyip saklayamıyoruz. Bir yandan öyle bir mekân yok, bir yandan da bu işlerin problemi saklanamaması. Bir süre sonra teknolojisi eskimiş oluyor, çalıştıramıyorsunuz, ya özel bir çaba gerektiriyor ya da öylece kalıyor. Çalışmadığı zaman bir anlamı da olmuyor. Misyonla ilgili bir ek daha yapmak istiyorum: Biz neden teknolojiyle uğraşıyoruz? İnternet bilgiyi yayarak, kolay ulaşılabilir hale getirerek bilgiyi demokratikleştirdi. Bilgi erişiminde bir demokrasi sağlandı. Bu bir sürü şeyi de dönüştürmeye başladı. Biz bunu yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Teknoloji gündelik hayatımızda her yerde; gözetlendiğimizi biliyoruz, kredi kartlarının takip edildiğini biliyoruz, Google’dan tercihlerimize göre ilan, reklam tavsiyeleri geldiğini biliyoruz. Her şey kontrol altında. Bu kontrol giderek artıyor. İnternetin daha fazla kontrol altına girmesi de söz konusu; bir yandan Wikileaks gibi her şey açığa çıkıyor ama bir yandan o kontrol ve baskı artıyor. Bununla mücadele etmenin bir tek yolu var. Siz birey olarak, o teknolojiyi kullananlar (şirketler ya da devletler) kadar o teknolojinin farkında ve ona sahip olmak zorundasınız. Bizim yapmaya çalıştığımız bu demokratikleşme sürecine katkı sağlamak. Yaptığımız dersler, atölyeler, seminerler hepsi de, özellikle genç kuşağa bu bilgi ve beceriyi kazandırmaya yönelik. Elektronik de programlama da öğretiyoruz. Programlama mesela, öğrenilebilir, yapılabilir bir şey ve aslında bizi sarmalayan dijital kontrol dünyasını gerçekten anlamanın yolu. Çünkü mekanik dönemde teknoloji gözle görülürdü, gizli değildi. Arabanın motorunda bir sorun varsa kaputunu açıp bakmak mümkündü. Ama bu teknolojide öyle bir şey yok, tamamen gizli. Bu gizliliğin arkasında ne olup bittiğini bilmiyoruz. Kredi kartını sokuyoruz çıkartıyoruz ve bizim için işlem orada bitiyor. Orada bütün dünya ekonomisinin üzerinde döndüğü küçük bir düğüm noktasıyız. O bilginin kullanıldığının farkında olsak da olmasak da kullanılıyor. İşte sanatın ve sanatçı burada devreye giriyor. Burak Arıkan’ın işlerinden biri bunun üzerine, My Pocket. Kendi kredi kartını takip ediyor. Bankadan kendi kredi kartınızın bilgisini alma imkânınız ve hakkınız var. En azından Burak’ın kullandığı, sanırım bir Amerikan bankasına ait kart için bu mümkündü. Burak onu bilgisayar ortamında alıp işleyen bir program yazmıştı. Sanatsal işin bu program ve süreç olduğuna dikkatinizi çekerim. Program kredi kartıyla yaptığı alışverişleri takip ediyor, o hareketi bir network diyagramına çeviriyor ve kendisinin bir sonraki alışverişini de tahmin ettiriyordu. Burak burada çok önemli bir iş yapıyor, bütün sistemi görünür kılıyor, arkasında ne olduğuna dair bir farkındalık yaratıyor. Bunu teknolojinin tam da kendisini kullanmadan yapamazsınız. Onun resmini çizmenin bir âlemi yok. Çünkü bu gerçekten orada, resim değil. Somut veriden çıkıyor. Bu bilgi nerede, nasıl yaşadığımızı söylüyor. Sanatçı ancak bu teknolojiyle bunu söyleyebiliyor. O yüzden bu alanla uğraşıyor olmamız önemli; bugünün sorunsallarını geçmişin sanatsal dili ve araçlarıyla anlatmak mümkün değil.
EA: Diğer projelerden de bahseder misin?
EE: AmberFabLAB’ı kurmak için uğraşıyoruz. Şu anda fon aşamasında ve olumlu cevap için bekliyoruz. Fabrikasyon Laboratuvarı denilen, MIT’de başlayan bir tür atölyeler ağı. İçerisinde 3D printer’dan laser’a, testereden dikiş makinesine kadar her şeyin olduğu bir atölye, bunların hepsi bilgisayarla kontrol ediliyor. Bu fablab’ların hepsi dünya üzerinde birbirine bağlı. Daha doğrusu aynı network’ün parçası, aynı makine, yazılım ve yöntemlerle çalışıyor. Buradaki amaç şu, biz burayı kuracağız ve üyelikle çalışacak. Küçük ölçeklerle kendini döndürmesi mümkün olacak. Haftanın bir ya da iki günü de tamamen açık, ücretsiz olacak. Bunu projelendirdik, parasını bulmaya çalışıyoruz. Bilgiyi demokratize ettik, bu bilgiyi bir şeye dönüştüremiyorsam bu neye yarıyor? Fablab da üretimi demokratikleştirmenin bir aracı.
EA: Alan mı yaratacaksınız? Biraz daha açar mısın?
EE: Sadece bir mekân değil, yaratma ekolojisi, iklimi çünkü orada insanlar yeni bir şeyler yapıyor ya da para etmeyen işlerle uğraşıyor. Hayatta para etmeyen işlerle uğraşabilmek hem muhteşem bir güç hem de yaratıcılık olanağı. Dolayısıyla orada saçma şeyler yapılabilecek. Yeni fikirlerin ortaya çıkmasına imkân olacak, ya da birisi gelecek ve koltuğunu tamir edecek.
EA: Bu çalışma başvuruları değerlendirme, sanatçı projesi kabul etmek gibi değil, öyle mi?
EE: İçerisinde öyle projeler de var. Siz hangi aleti kullanmak istiyorsanız onun rezervasyonunu internetten yapıyorsunuz, kullanıyorsunuz ve saat ücreti ödüyorsunuz. Bu ücret çok düşük olacak, biz orası için ne kadar destek sağlayabilirsek kullanma ücreti de o kadar düşük olacak. Türkiye’de herkesin kafasında bir fikir bir proje vardır ya, bu onların gerçekleşmesinin zemini. Gerçekleştiğinde bir fayda sağlayacak. Bu yapı uzun vadede doğrudan ekonomiye de katkı sağlayacak. Siz şirket kurmak istiyorsunuz, kafanızda bir fikir var, prototipi yapma ihtiyacınız var…
EA: Peki aklımdaki fikri gerçekleştirebilme, yapabilme becerisi gerekli mi?
EE: Buradaki esas amaç yapmak eylemi. Yapıyor olmak önemli, yapabilirsin ve yapabileceğini bilmek önemli. Dolayısıyla bir aracı kullanabilmek, kendinin yapması önemli. Bizim orada yapabileceğimiz o makinenin kullanımına dair bir saatlik bir kurs vermek ve ondan sonra kendin yapacaksın. Amacımız hizmet vermek değil, tam aksine somut bir şey yapmaya girişebilmek, enerjisini, cesaretini vermek. Bilgi orada duruyor, alet orada duruyor ve gir yap! Bu özellikle sanatçıların işine yarayacak. Tamir ekonomisini geliştirebilmek mesela, sürekli satın almayın, tamir edin. Bu mümkün.
EA: Peki diğer projeleriniz nedir?
EE: Şu anda süren üç proje var. Biri bizim yönettiğimiz Hybrid-City. Bu bizim koordinatörü olduğumuz 4 ortaklı bir pro- je. Esasen biz bu proje çerçevesinde Açık Veri Açık Şehir başlığıyla bir alt proje yürütüyoruz ki bizim için daha önemli ve kalıcı olacak olan bu. Bir açık veri portalı oluşturmaya çalışıyoruz: http://www.açık- veriaciksehir.com. Açık Veri Açık Şehir çerçevesinde kamudan, kurumlardan ve bireylerden verilerini açmalarını istiyoruz. Bu her- hangi bir şeyin verisi olabilir. Evinizin sıcaklık verisini de koyuyor olabilirsiniz. Bunu İstanbul’da herkes yaparsa şehrin sıcaklığını başka bir biçimde ölçüp bir sıcaklık algısına varabiliriz. Bu çok önemli. Bölgelerdeki sıcaklık hangi koşullarda, hangi durumlara göre değişim gösteriyor öğrenebiliriz. Hava kirliliği ölçümleri mesela, yerden 10 metre yükseklikte bir sensörle ölçülüyor, o 10 metreye çıkana kadar kirlilik değişmiş oluyor, havayı 1.70’ten soluyoruz, dolayısıyla bu seviyedeki hava kirliliğini ölçmek önemli; yukardaki ortalama hava kirliliğini değil. Mesela şimdi Taksim tünelleri yapılsın, ilk işimiz oraya hava kirliliği sayaçları koymak olacak. Çünkü orada nasıl yaşanacağını merak ediyorum. Bu tür verileri bu portalda toplamak ve herkesin erişimine açmak hedef. Bu portalın bir data toplama kısmı, bir de görselleştirme kısmı var. Diğer yandan bu işin politik altyapısını oluşturmak var. Açık veri nedir? Ne zaman açık olur? Veri gazeteciliği nedir? Bu konuları inceleyen bir proje. Bu veriyi görselleştirmek de önemli, bir excel dosyasını kimse okuyamaz ama o dosyayı görsel bir hale getirdiğiniz zaman birden bir şeyleri fark ediyorsunuz. Veri görselleştirmenin önemi odur. Veri görselleştirmeye giriş derslerinin olmazsa olmaz örneği İngiltere’deki sıtma salgınıdır. Ölümlere ait yer ve sayıları toplayıp harita üzerine koyduktan sonra oradaki iki su kaynağının aslında sıtmaya sebep olduğunu fark ederler.
EA: Projenin hangi aşamasındasınız?
EE: Veri toplamak için küçük workshop’lar yapıyoruz. Şu aşamada henüz ikna edebildiğimiz bir belediye yok. Ama olacak! Bi- zim şu anda farkında olduğumuz şey Avrupa’da son 10 senedir insanlar açıklık meselesiyle uğraşıyor. Avrupa Birliği’nin de etkisiyle devlet birtakım anlaşmalar imzalıyor. Başbakanlık Teftiş Kurulu bir Avrupa Birliği projesine imza atmış durumda, veri portalı yapmak zorundalar, yapacaklar, biz de Başbakanlık Teftiş Kurulu’yla iletişim kurmaya çalıştık. Bekleyin dediler. Biz aylardır onların programını açıklamasını bekliyoruz. Biz de o programa göre öneriler geliştirmeyi umuyoruz. Daha mümkün olmadı. Bu tür işbirlikleri gerçekleşir mi bilmiyorum ama biz kendi sistemimizi geliştiriyoruz. Diğer projemiz de Connecting Cities. 11 Avrupa şehri ve kurumunu bağlıyor, Berlin’den PublicArt Lab yönetiyor bu projeyi; şehirdeki elektronik ekranların içerisinde daha fazla kültürel ve sanatsal içerik sokmayı hedefliyor. Şehrin çeşitli yerlerindeki ekranlar bizi bir reklam bombardımanına tutuyor. Bunların içine gerçekten kültürel içerik sokulabilir mi? Bu ekranlar sanatın medium’u olarak kullanılabilir mi bunlar? Dolayısıyla onlar üzerinden sanat yapılabilir mi? Bunlar insanları ve şehirleri bağlamak için bir iletişim aracı olarak kullanılabilir mi?.. Bunları sorgulayan, uygulamaya çalışan bir proje. İstanbul ayağı olarak bu projede rol alıyoruz. Kasım ayında festival sırasında bunun hem bir konferansı olacak hem de bu proje çerçevesinde Madrid, Marsilya ve Linz’i İstanbul’a gerçek zamanlı olarak bağlayan dört tane iş göstereceğiz.
EA: Yabancı sanatçıların işleri mi?
EE: Mahir Yavuz’la Orkan Telhan beraber bir proje geliştirdiler. United Colors of Dissent projenin adı; dil ve azınlıklar üzerine bir proje bu. Farklı şehirlerde, Marsilya’da, İstanbul’da ve Linz’de gerçekleştirilecek. Marsilya’da Arapça ve Fransızca konuşuluyor çok temel olarak, İstanbul’da Türkçe, Kürtçe, Berlin’de başka diller, her dile kendi bağlamında sorular soruyorlar, aldıkları cevaba göre o kavramları karşılaştırıp bir grafiğe dönüştürüyorlar. Spekülatif bir iş. Okuması filan kolay bir iş değil ama kamusal alanda sorulamayan, sorulmayan soruları ekrana yansıtacağı için önemli bir iş. Biz bu projenin yapımcısıyız. Diğerleri de şehirleri birbirine bağlayan etkileşimli sanatsal işler.
Üçüncü projemiz de bir sanatçı rezidans programı. Balkan ülkelerinde ve Türkiye’de özellikle. Yeni başladı. Bu projede bizim için ilginç olan her sanatçının üç yerde rezidans yapması isteniyor, dolayısıyla o üç şehri bağlayacak ortaklığı barındırmak zorunda. Bir de Balkanlar’da bu yapı var, birbiri içine işlemiş toplumlar; bu projeyle nasıl işler çıkacak merak ediyoruz. Bu projede işlerin doğrudan yeni medyayı kullanması gerekmiyor, bu döneme ait olması yeterli.
EA: Bunların duyurulması, daha çok bilinmesi için farklı yöntemler kullanacak mısınız?
EE: Çok fazla şansımız yok, yine Açık Radyo bir ölçüde destek olabilir bize, yine belediyeden billboard isteyeceğiz, belki verecekler belki de vermeyecekler. Sosyal medyayı kullanıyoruz ve ciddi biçimde etkin. Onun dışında çok fazla şansımız olmuyor genellikle.
EA: Salondan sorular var mı? Yoksa cevap alamadığım sorularımıza mı geri mi dönelim? Peki, Ekmel, müthiş projeler anlatıyorsun. İşi gücü anlattın, sanatsal bir vizyon dinledik, çok farklı alanlarla ortak çalışıyorsunuz… Sanatta disiplinler arası deriz ama zaman içerisinde bu sıradan bir kelime olmaya başladı. Hangi disiplinler arasında ve kimlerle sorusu devamlı karşımıza çıkıyor. Veri toplama meselesi var, orada mutlaka sosyologla da çalışacaksın, araştırmacıyla da, iklim konusuysa ayrı mevzu onun uzmanı ayrı. Farklı grupların bir arada olabilmesinin yanı sıra bu farklılıkların da izleyiciyle ilişkisini kurabilmesi mümkün mü? İzleyiciyi farklılaştırabilir miyiz? Bu kadar teknolojiyle iç içe olan bu alanın daha fazla yayılmasını ve insanları daha çok etkilemesini sağlamak mümkün mü?
EE: Biz başka bir şey yapamıyoruz. Biz PR’a 10 bin lira ayıracağımıza o paraya bir sanatçı daha getirmeyi tercih ettik. Bu yüzden aramızda tartıştık ama hep de bunu yaptık. Doğru mu emin değilim, belki PR’a yatırsak daha iyi olurdu. Ama, her şey o kadar PR üzerinden dönüyor ki, oradan da bir şey yapmak istemiyoruz. Bir tür görünürlüğümüz olsun istiyoruz ama bu görünürlük yaptığımız işlerle bağdaşsın ve işin kendisinden gelsin istiyoruz.
EA: Yaptığınız işleri paylaşan kişilerin de yayması ve daha çok insanı buraya yönlendirmesi yöntemini tercih ediyorsunuz diyebilir miyiz?
EE: Ancak böyle olabiliyor. Aslında ciddi bir problem. Bizim festivalin de izleyicisi çok az. Bunu artırmak için bu sene şöyle bir yol izledik: Öğrencileri dahil etmek, mesela bu yılki festivalde okullar bir hafta bizde, festival alanında ders verecek.
Dinleyici: Görünürlükte aslında bir başka kaygısı vardı, organizasyonu aşan bir görünürlükten kaygı duyuyordu. O yüzden de o görünürlük kısmını ağırdan almayı bile isteyerek tercih etti. Bu bir olanaksızlık değil.
EE: Bu iyi bir tarif.
EA: Avrupa’da, Türkiye dışı ülkelerde ürettiğiniz projelerde, ortak dil bulduğunuz kurumlar sizin gibi küçük ve bağımsız yapılar mı? Yoksa büyük kurumlar mı?
EE: Bizim gibi göreli olarak küçük ve bağımsız yapılar. Çünkü bu hem bütçesel bir denklik gerektiriyor. CIANT mesela 14 senedir var. Sürekli destek alabiliyorlar, zaman zaman yirmi kişiyi çıkan kadroları var. Bizim Avrupa’da çalıştığımız, iş yaptığımız ortakların hepsinin şöyle bir avantajı var: Hepsi devletten, kendi kül- tür bakanlıklarından ve şehirlerinden destek alıyorlar. Avrupa’da bizim gibi kurumların hepsi yerel yönetimden aldığı desteklerle ayakta duruyorlar. Başvuru yapıp önündeki üç beş seneyi garanti edebiliyorlar.
EA: Kirasını, faturasını çıkartabiliyor, projesi için ayrıca fon başvurusunda bulunuyor.
EE: Aynen öyle. Ayrıca girdikleri projelerin yüzde 50’sini de oradan karşılıyor. Çünkü oradaki bir sürü maliyeti de projeleri göstererek harcıyor. Şehir için yeni bir iş icat etmiyor, zaten aldığı proje şehirde uygulandığı için bir karşılığı var.
EA: Bir dönem ortak bir ofis de kullandığımız için çalışma şeklinize de şahit olmuştum. Etkinliklerinize finansman desteği sağlayabilmek için gerçekten de görüşülmesi, gidilmesi gereken her merciye gidiyorsunuz, gittiniz… Buradaki deneyim neyi gösterdi size? Sadece yeni medya değil, sanat alanında üreten hangi kurum, oluşum, sanatçı böyle bir diyaloğa girmek istese muhakkak bir dil farklılığı yüzünden duraksıyor. Üretilen etkinliğin, işin anlatımında anlaşılmasında zorluklar olabiliyor. İki taraf da birbirini anlamıyor, iyi niyet olsa da çok sağlıklı bir ilişki de başlayamıyor bu yüzden. Yeni medya olarak düşündüğümde, sizin işiniz teknolojiyi de barındırdığı için finansman kaynağı sağlayacak tarafa –özel ya da devlet– farklı özelliklerle de hitap edip sanki biraz daha rahat yaptıklarınızı anlatabilecekken gene sonuç istenilen kadar olumlu olmuyor.
EE: Şöyle: Turkcell’e, Vodafone’a ulaşmaya çalıştık mesela. Sanıyoruz ki teknoloji şirketiyle hemen bağlantı kuracağız ama hiç öyle olmuyor. Her senenin iletişim stratejileri var, bu strateji de iki tane slogandan oluşuyor. Onun içine sığmıyorsan yer bulamıyorsun. Bizim dilimiz, kendimizi anlatma biçimimiz de o ilişkiyi engelliyor olabilir. Belki de arada PR, halkla ilişkiler gibi bir departmanın, aracının olması gerekiyor çünkü sponsor toplantılarında üç kere “teşekkürler” deyip kalktım, daha toplantı başlamadan. Çünkü çok acayip şeyler olabiliyor.
EA: Şöyle bir algı yanlışlığı da var. Bir anımızı anlatabiliriz galiba; sanat alanında var olan iki ayrı sivil toplum kuruluşu olarak aynı ofisi paylaşıyoruz. Ofisi daha da büyütüp kamuya da açacak bir mekân yapma isteğimiz var, o mekânı da kullanılabilir hale getirmek, daha fazla insanın kullanabilmesi için yatırım yapmak gerekiyor ve bu yatırım yok. O yüzden de bu destek arayışıyla bir kurum ve kişiye gidiyoruz. Ki benim de algımı değiştirmiştir bu soru, bize yönlendirilen ilk soru şuydu: Kaç yaşındasınız, nerede çalışıyorsunuz? Herkes anlattı. 35 yaş üstü, profesyonel hayatın içinde insanlar topluluğuyuz. Bize verilen cevap şu oldu: “Çocuklar bu yaşa gelmişsiniz, bir mekânın kirasını çıkartamıyorsanız ben ne yapayım?” Ken- disi bir gelir getirmeye üşenip de başkasından para almaya çalışan kişiler olarak da algılanabiliyoruz. Kültür kurumlarının yapısını, sanatçıların neden desteğe ihtiyacı olduğunun dili de ayrı olmalı belki. Yerel yönetimlerden mekân kullanımı için yer istemek üzerinde duralım biraz da. Bazı belediyeler mekân verdiklerini de iddia ediyorlar. İlişkileriniz nasıl? Bundan faydalanabildiniz mi?
EE: Yedi yıldır Beyoğlu’nda festival yapıyoruz, alabildiğimiz tek destek bez pankart asma izni. Beyoğlu Gençlik Merkezi’yle iyi bir ilişkimiz var. Orada bir çocuk projesi geliştiriyoruz. 12 semt konağı var, çocuklarla 48 atölye yapacağız bu konaklarda. Tüm projelere işbirliklerine açıklar ama bir şeye destek olmak, para vermek söz konusu olduğunda ilgisizler. Belediye başkanıyla, başkan yardımcısının bu tür durumlar için de ayrı rolleri var mesela, biri“verdim gitti” diyor, üç gün sonra başkan yardımcısından telefon geliyor, “öyle bir bütçemiz yok” diye.
EA: Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz tiyatro kuramcısı ve kültürel araştırmacı sevgili Dragan Klaiç’in İstanbul’da geçirdiği aylarda, 2006 yılında Platform Garanti’de yaptığı rezidans programı sırasında vurguladığı nokta önemlidir: Sanat alanında bağımsızlık yerine otonom kelimesini kullanmamızı önermiştir. Otonom olmak bir fırsat mı, bir lütuf mu, yoksa bir lanet mi? Bir yapının bağımsızlığını/otonomluğunu ne tanımlar? Amber’e baktığımızda, kendini özel sektörden bir şirketin kurduğu ya da ağırlıklı olarak devlet ya da yerel yönetimler tarafından fonlanan kültür kurumlarıyla karşılaştırdığında ne gibi farklılıklar görüyorsun? İdeal bir dünyada yine aynı yapıyla mı var olmak isterdin? Yoksa bir üniversitede Amber’in misyonunu gerçekleştirebilecek ve kaynağı olan bir araştırma merkezinin başında olmayı mı tercih ederdin?
EE: Etmeyebilirdim. Öyle bir lanet var. Biz de bağımsızlığı otonomi olarak algılıyoruz. Biz bağımsız varsayıyoruz kendimizi, ama Kültür Bakanlığı’ndan da para aldık. Kültür Bakanlığı, devlet ve belediyeyle, mümkün olabildiğinde, iş yapıyoruz. Onlarla iş yapmak onların nezdinde bizim kabul edilmemiz demek. Biz eğilip bükülmediğimiz için onların eğilip bükülmesi lazım; ama kendi hesaplarını pek esnetemedikleri ve kendilerini bir hizmet kurumu yerine otorite varsaydıkları için mümkün olmuyor.
EA: Bu sizin gibi üreten sanatçıların doğal hakkı. O kurumlar sizi desteklemekle yükümlü.
EE: Aynen öyle, belediyenin görevleri arasında bu ilişkiyi kurmak. Biz bunu pratik haline getirmeye çalışıyoruz. Bir süre sonra keşke bu ilişkiler gelişse ve gerçekten yerel yönetimler bizlerle dinamik bir ilişki içerisine girse. Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi (ÇGSG) bağımsız, küçük ölçekli yapıları toplayıp bir ses oluşturmaya çalışan iyi bir girişimdi. Ama tam da deminden beri söylediğimiz nedenlerle devam etmedi. Çünkü oraya yatırılacak eme- ğin karşılığı yok. En azından kısa vadede karşılığı yok. Süremedi. Hedef de tam da bu eşit ilişkiyi kurmaktı. ÇGSG çevresindeki performans sanatçılarının, dansçıların, tiyatrocuların hedefi belediyeler aracılığıyla daha geniş bir izleyiciye ulaşmaktı. İstanbul’da belediyelerin 79 tane kültür merkezi var. Bu kültür merkezlerinin içeriklerinin nasıl oluşturulduğunu da bilmiyoruz.
EA: ÇGSG’nin girişimi olduğu zaman belediyeler yapılan öneriyi kabul etmedi. Bir dernek olarak birçok farklı sanatçıdan, tiyatrodan, dans grubundan oluşuyordu ve gönüllülük esası söz konusuydu ama emeğinin karşılığını da almak istiyordu. Bizim teoride konuştuğumuz yerel yönetim-sivil toplum işbirliği gerçekleşmedi.
EE: Bunun gerçekleştiği tek örnek, yine 2010’da Beral Madra’nın yaptığı sergi dizisi, Taşınabilir Sanat’tı. Farklı belediyelerle çalıştı, en azından oralara iş götürdü. Sanatçılar mesela Ümraniye’nin içlerindeki bir kültür merkezini gördüler. O da olmuyor, problem sadece yereldeki insanların sanata gelmesi değil, sanatçı da oraya gitmiyor. O bir iletişim ve iyi bir deneyimdi. Devam etmedi çünkü belediyelerin açık olmasının sebebi 2010 gibi, zaten devletin öncülüğünü yürüttüğü bir yapının olmasıydı. 2010 bitince mecburiyetleri kalktı! Yani yapılar çok kapalı. Biz öyle olmadığını varsayıp uğraşıyoruz. Yapacak bir şey yok, çünkü onun açık olup olmaması da bizim sorunumuz. Çevremizi dönüştürdüğümüz gibi –belediye de çevremiz– onu da dönüştürmek zorundayız.
EA: Çok keyifli bir sohbet oldu Ekmel, teşekkürler. Amber’in yolu açık olsun, mücadele isteği hiç bitmesin ama daha kolay geçsin. Bu konuşmayla Sanat Yönetimi serimizi tamamlamış olduk.
Herkese teşekkür ederiz.
*Ekmel Ertan: Sanat yöneticisi, küratör, sanatçı ve eğitimci olarak çalışmaktadır.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Elektronik ve Haberleşme mühendisi olarak mezun oldu. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Etkileşimli Medya Tasarımı yüksek lisans derecesini aldı. Türkiye (Netaş), Almanya (Alcatel SEL, Stuttgart) ve Belçika’da (Bell Labs. Alcatel, Antwerp) tasarım mühendisi olarak çalıştı. 1997- 2005 arasında İstanbul’da kendi multimedya tasarım şirketini yönetti.
Sanat ve teknoloji alanında araştırma, sanatsal üretim ve sergilemeler yapan, İstanbul’da kurulu BİS Beden İşlemsel Sanatlar Derneği’nin –AmberPlatform– kurucusu ve sanat yöneticisidir. 2007’den beri gerçekleştirilmekte olan Amber Sanat ve Teknoloji Festivali’nin yöneticisi ve küratörü, 2009’da başlayan Amber Sanat ve Teknoloji Konferansı’nın kurucusudur. Sanat ve teknoloji bağlamında, Avrupa Topluluğu destekli çeşitli uluslararası projenin yerel koordinatörlüğünü veya yöneticiliğini yapmaktadır. Amerika, Avrupa ve Türkiye’de fotoğraf ve yeni medya çalışmalarını sergilemiştir.
1999’dan bu yana Bilgi Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi tasarım bölümleri ve İstanbul Teknik Üniversitesi TBT programında multimedya tasarımı, proje geliştirme, tasarım için programlama vb dersler veren Ertan halen Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde Etkileşim Tasarımı ve Görsel İletişim Tasarımı Programı’nın son sınıf Proje Stüdyosu derslerini veriyor.