Devlet ve Sanat Yönetimi

Özlem Ece* ile 6 Şubat 2013’de Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi’nde gerçekleşen ve Esra A. Aysun’un düzenleyip sunduğu Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar serisinin açılışını yapan bu konuşma 2014 Yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ve Esra A. Aysun tarafından hazırlanan Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar kitabında yeralmaktadır.

Esra A. Aysun: Merhaba, iyi akşamlar. Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar adlı serimizin birinci konuşmasına hoş geldiniz. Ben Esra Aysun. Konuğumuz Özlem Ece. İzninizle önce kısaca bu serinin de ilk konuşması olduğu için bu konuşmalar neyin üzerinde duracak, ondan bahsetmek istiyorum. Aslında amacımız, son dönemde Türkiye’de çok fazla tartışılmaya başlanan “sanatın yönetilmesi”, “kültür kurumlarının işletilmesi” ya da “sanat işletmeciliği” gibi çeşitli kavramları biraz daha sakince ele almak ve alana dönmek, pratikte kültür kurumları bu alanda nasıl bir sistem içerisinde çalışıyorlar ona bakabilmek. Eminim hepiniz oldukça yakınsınız bu son dönemde yaşadığımız tartışmalara. Türkiye’de özellikle 2000’li yıllardan başlayarak çok dinamik bir kültür ve sanat hayatı yaşamaya başladık. Hem uluslararası alanda oldukça öne çıkan sanatçılarımızın başarılarına, hem de İstanbul odaklı gelişen ve sayıları gün geçtikçe artan kültür kurumlarının ardı ardına açılmasına şahit olduk. Elbette bu yeni kültür kurumlarının ağırlıklı olarak özel şirketler tarafından desteklendiğini ya da bizzat kurularak sürdürüldüğünü görüyoruz. Bir yandan böyle olumlu bir ortamda ilerlerken bir yandan da devlet kurumlarının eski dinamizmlerini yitirdiklerini ve güncel sanat üretiminin de çok fazla bir parçası olamadıklarını deneyimledik. Ve elbette son dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da ötesinde hükümetin kamuoyunda, tartışmaya bile açmadan deklare ettiği kararlar var: TÜSAK adlı özerk bir üst kurumun kurularak Devlet Güzel Sanat Müdürlüğü’nün yanı sıra Devlet, Opera ve Bale Müdürlüğü’nün kapatılarak tiyatrolarının özelleştirilmesi planı, Şehir Tiyatroları’nda yapılan kurumsal değişikliğin uygulanarak bu köklü tiyatroların kendi başına bir sanat kurumu olma statüsünden çıkarılıp Büyükşehir Belediyesi’nin herhangi bir ofisi haline getirilmesi akla ilk gelenler. Hükümet yetkililerinin, Başbakan’ın önderliğinde muhafazakâr sanat tanımlamalarını, güncel sanat üzerine yaptıkları yorumları ve devlet destekli sanat kurumlarında ve bu kurumlarda çalışmakta olan sözleşmeli sanatçıların konumlarında öngördükleri değişiklikleri ve bu açıklamaların yol açtığı karmaşık tartışmaları hep birlikte takip ettik ve ediyoruz. İşte tam da böyle bir ortamda biz, bu konuşmalarla birlikte bütün bu tartışmaların sıcaklığından uzaklaşarak var olduğumuz kültür sektörüne bakmak, alan hangi yasal çerçevede şekillenmiş ve hangi şartlar altında bugüne gelmiş konuşmak istiyoruz. Biz derken hem sanatçılardan, hem kültür kurumlarından hem de kültür sektöründe var olan tüm kültür aktörlerinden bahsediyoruz. Sanat yönetimi tabiri, terminolojisi ya da kelimeleri özellikle çok negatif olarak algılandı bugüne kadar gündemde. İtiraf edelim ki biraz da bu durumu analiz etme isteğimiz var aslında.

Dört farklı konu başlığımız var. Bugün devletin sanata olan etkisi üzerinde duracağız. 6 Mart Çarşamba günü belediyelerden bahsedeceğiz ve yerel yönetimler hakkında konuşacağız. Bunu Ayça İnce ile yapacağız İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden. 15 Nisan Pazartesi ise özel sektörü gündeme alacağız ve gene İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Gökçe Dervişoğlu bizimle olacak. Son olarak da peki bağımsız yapılar bu alanda ne yapıyor, bağımsız yapılar ne demek, sanatçı inisiyatifleri ya da özel bir şirket tarafından finanse edilmeden kültür alanındaki aktörlerin kendi girişimcilikleriyle sürdürmeye çalıştıkları yapılar bu alanda nasıl ilerliyor diye bakacağız ve bunun için de Amber Platform’dan Ekmel Ertan bizimle olacak.

Bu girişten sonra isterseniz İKSV’nin Kültür Politikaları ve Sosyal Sorumluluk Projeleri Koordinatörü olan Özlem Ece ile Devlet ve Sanat’ı konuşmaya başlayalım; bu büyük ve ağır başlık altında ezilmemeye özen göstererek elbette. Özlem Ece şu anda bir devlet kurumunda çalışmıyor, daha önce de çalışmadı ancak hem özel bir kültür kurumunda kültür politikaları alanında projeler yürütüyor hem de öncesinde de devletle işbirliği içerisinde olunan birçok uluslararası projelerin içinde aktif olarak yer aldı. Özlem, istersen bu noktada sözü sana bırakayım…

Özlem Ece: Esra, çok teşekkürler. Herkese iyi akşamlar. Öncelikle, bu önemli serinin ilk konuşmacısı olmaktan duyduğum mutluluğu belirtmek isterim. Evet çok büyük bir başlık, devlet ve sanat yönetimi üzerine tartışılacak çok konu var. Önce İKSV’de bu alanda neler yaptığımızı anlatarak başlamak istiyorum. Daha sonra güncel çalışmalarımızdan bahsedip, alanın ana aktörlerini tanımlamaya çalışacağım.

Kâr amacı gütmeyen bir kültür kurumu olan İKSV’nin bu alanı ana çalışma alanları arasına almasıyla birlikte, 2011 yılından itibaren kültür politikaları üzerine çalışmaya başladım. Vakıf ’a Fransa’da Türkiye Mevsimi’nin Genel Koordinatörü olarak 2008 yılında gelmiştim. Fransa’da Türkiye Mevsimi projesinden belki daha sonra tekrar bahsederiz; özetle, kültürel diplomasi alanında örnek teşkil edebilecek, Fransa ve Türkiye’nin Dışişleri ve Kültür Bakanlıkları’nın himayesinde, iki ülkeden kültür kurumlarının işbirliğiyle yürütülen büyük bir projeydi.

Geçmişim hakkında biraz bilgi vermek gerekirse; Marmara Üniversitesi’nde Fransızca Kamu Yönetimi okudum. Daha sonra Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın bursuyla, Grenoble’da Kültür Projeleri Yönetimi alanında yüksek lisansımı tamamladım. Fransa, kültür politikaları alanında sıkça referans aldığımız, ayrıcalıklı bir sistem kurmayı başarmış, önemli bir örnek. Dolayısıyla Fransa’da bu alanda yüksek lisans yapmış olmak bana birçok avantaj sağladı. Yüksek lisansımı 2002 yılı sonunda bitirdim, o dönemde bu alanı tanımlamakta bile zorlanıyorduk. Yani yaklaşık 10 yıllık bir zamanda kültür yönetimi açısından geldiğimiz noktaya bakınca, iyi bir aşamada olduğumuzu düşünebiliriz.

EA: ’90’ların sonu ve 2000’lerin başlarından itibaren hem özel üniversitelerde hem devlet üniversitelerinde Sanat ya da Kültür Yönetimi başlığı altında birçok lisans ve lisansüstü programlar açıldı.

ÖE: Evet, bu kısa geçmişe baktığımızda büyük aşama kaydedildiğini söylemek mümkün. Geriye dönecek olursam, Grenoble özellikle yerinden yönetim ve yerel kültür politikaları konusunda öne çıkmış bir kent. Kültür politikaları alanında uzmanlaşmış, Kültür Politikaları Gözlemevi (L’Observatoire des Politiques Culturelles) adlı önemli bir kuruma ev sahipliği yapıyor. İstanbul’a döndükten sonra Yapı Kredi Kültür Merkezi ilk işyerim oldu; bu nedenle toplantımızın da ayrı bir yeri var benim için! Yapı Kredi’de başlayan serüven, kültür-sanat alanında başka kurumlar ve proje- lerle devam etti. Başta da belirttiğim gibi, İKSV’nin kültür politikalarını ana alanlarından biri olarak benimsemesiyle birlikte, Vakıf’ta bu çalışmaları yürütmeye başladım.

EA: Evet, kültür politikaları birimi yeni ama aslında İKSV’nin kültür politikaları çalışmaları daha eskiye dayanıyor değil mi?

ÖE: Tabii, burada daha önceki girişimlerden de mutlaka bahsetmemiz gerekir. İKSV’de Şakir Eczacıbaşı’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı döneminde, “Kültür Girişimi” başlığı altında bir oluşum hayata geçirildi. Akademisyenleri siyasetçilerle bir araya getiren, çeşitli alanlardan uzmanların farklı başlıklar altında yapıcı tartışmalar yürüttüğü bir girişimdi bu. Bu kapsamda birçok önemli sempozyum düzenlendi, yayın hazırlandı ve savunuculuk faaliyetleri gerçekleştirildi. Bugün gelmeden hızlıca baktım, sizlerle de paylaşmak isterim, o dönemde hazırlanan Türkiye’de Kültür Politikaları başlıklı kitabın yayın tarihi 1998. Aynı dönemde Hıfzı Topuz’un Dünyada ve Türkiye’de Kültür Politikaları kitabı da yayımlanmış. İKSV olarak şimdi bu çalışmaları yeni bir strateji ile geleceğe taşımaya gayret ediyoruz.

EA: Peki bugün Türkiye’deki, daha doğrusu ağırlıkla İstanbul’da şekillenmiş olan kültür sektörüne baktığımızda, 1990’lardan itibaren, sanat yönetimi olarak isimlendirilmese de, sanatçıların ve daha çok etkinlik organizatörü olarak tanımlanan birtakım sanat profesyonellerinin kendi girişimleriyle birçok sanat etkinliği yaptığını biliyoruz. Sanatçı kolektiflerinin birlikte düzenledikleri karma sergiler, geçmişi 19. yüzyıla kadar dayanan özel tiyatrolardaki artış, özel galerilerin çoğalması; tüm bu sanat üretiminin ve dağıtımının sivil girişimlerle oluştuğunu görüyoruz. Bu alanda ilk kez 1990’larda çalışmaya başlamış olan benim jenerasyonumda, hepimiz için bilinen bir gerçek; devletin kültür kurumlarının sivillerden daha uzakta bir mesafede durduğuydu. Belki ileri görüşlü bir yönetici ya da sanat direktörüyle yapılmış ve açılmış iyi alanlar olmuştu ancak görmüştük ki ’80’lerde AKM’nin önünde oluşan uzun bilet kuyrukları, seyredilen gösterilerde duyulan heyecan ’90 sonlarında artık gittikçe yok olmaya başlamıştı. Devlet kurumlarından ayrılabilenler ayrılıp kendi girişimleriyle kendi yapılarını kurma yolunu seçtiler. Ve biz devleti ayrı bir yerde bıraktık, çok da sorgulamadık. Hep özel girişimlerin üzerinde durduk. Özel sektörün bu alana gittikçe daha çok yatırım yapmasıyla da devletin yokluğunu benimsedik. Fakat 2000’lerle birlikte Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkilerin hareketlenmesi; kültürel etkinliklere de AB çoklu işbirliği hibe programları kapsamında bu süreçte uzlaştırıcı ve diyalog oluşturucu bir rol verilmesi ve Türkiye’nin de bu fon programlarına başvurusunun olanaklı kılınmasıyla yeni bir devlet ve sivil girişim işbirliği dönemi başladı. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkentleri’nden biri olarak seçilmesi ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın kurulması bunun en belirgin sonucu oldu. Devlet ile olan ilişki tekrar gündeme geldi. Bu sadece sivil girişimlerin AB tarafından devlete aktardığı hibelerin kullanım hakkı için olmadı muhakkak. Devletin finanse ettiği kültür kurumlarının bir parçası olmayan sivil aktörler olarak paylaştığımız bir gerçek var: Devletin oluşturduğu ya da oluşturamadığı kültürel altyapının tüketicileri, kullanıcıları olarak bütün eksikliklerden etkileniyoruz. Son dönemde muhafazakârlık açıklamaları çerçevesinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda gerçekleşecek olan olası yeniden yapılanma meselelerini elbette çok tartıştık. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve alanın aktörleri arasında kurulmaya çalışılan köprüler, iyi niyetli girişimler, hep sekteye uğradı. İyi bir gelişme olarak Bakanlık, Sponsorluk Yasası’nı çıkardı ancak bu yasaların uygulamaları bir türlü tam olarak alana nüfuz edebilmiş değil. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin İKSV ve Anadolu Kültür’le birlikte sivil bir girişimle AB için Bağımsız Kültür Raporu’nu hazırlaması da bu dönemde oldu. 2005’te başlayan çalışmalar 2012’de sonuçlandı ve bir yayın olarak basıldı. Bakanlık da kendi raporunu paylaştı ama henüz bizlerle –alandakilerle– paylaşmış değil. Sanat çevremizin yurtdışı karşılaşmalarında tanık olduğumuz ve hepimizin de yaptığı şikâyetler malum: “Bizde devlet desteği yok, bizde vergi indirimi yok.” Peki, bizde gerçekten ne var? Bu alanda uzun bir dönem ne olduğunu anlamadan, çok da farkında olmadan var olmayı başardık. Bu konuda konuşalım mı şimdi? Fransa’dan bahsettin, evet Fransa Türkiye’nin de erken Cumhuriyet döneminde model olarak aldığı bir kültür politikası uygulayıcısı bir ülke. Fransa’da da birçok tartışma var. Bütün Avrupa’ya baktığımızda devletin kültüre aktardığı direkt fonların azaldığını görüyoruz ancak hâlâ süregelen bir yapı var. Biraz bundan bahsedelim mi, yani Türkiye’de nasıl bir yapıdan bahsediyoruz? Nasıl bir koruma ya da olmayan bir koruma çerçevesindeyiz?

ÖE: Çok doğru, dediğin gibi dünyada da bu tartışmalar devam ediyor. Özellikle son dönemde Avrupa’da yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle, ilk olarak kültür-sanat alanındaki bütçeler kesintiye uğradı. Ancak kesintiye uğramış haline rağmen, Avrupa’da bu alana ayrılan bütçeler bizimkilerin kat kat üstünde. Özellikle kültürün fonlama sistemine ilişkin tartışmalar Avrupa’da da yaşanıyor. Bence bugün artık ister kamu, ister özel sektör olsun tek bir kaynağa dayalı fon sistemleri geçerliliğini yitiriyor. Artık karma yapılar söz konusu ama bu sistemi bir sacayağında tutmak, sınırlı kaynakları dengeli şekilde dağıtmak da kültür politikaları alanında bir stratejiye sahip olmayı gerektiriyor. Avrupa’daki örneklere baktığımızda, politik sistemlerine göre ülke uygulamalarının değiştiğini görüyoruz. Her ülkenin kendi siyasi rejimi doğrultusunda hayata geçirdiği bir kültür politikası var. Temelde sorunlar benzer de olsa, içinde bulunulan siyasi rejime bağlı olarak, çözümler farklılık gösteriyor. Federal sistemin geçerli olduğu Almanya örne- ğinde başka bir uygulama varken, merkeziyetçi bir yapı sergileyen Fransa’da daha farklı yöntemler ve buna yönelik eleştiriler var.

EA: Peki hepsinde de olan kültür kurumu diye bir tanım var. İşte bunun Türkiye’de olmaması çok rahatsızlık verici. Biz Türkiye’de kültür kurumundan bahsederken hangi yapıdan bahsettiğimiz konusunda net olamıyoruz. Bir şirketten mi bahsediyoruz, bir vakıftan mı, dernekten mi, kooperatiften mi?

ÖE: Çok haklısın, Türkiye’de yeterince tanımlanmamış bir alandan bahsediyoruz. Son yıllarda özellikle özel sektör desteği ve bireysel çabalarla gelişme göstermiş ama geldiği noktada artık devletin de desteğiyle bir adım ileriye taşınması gereken bir alan. Avrupa’daki sistemlerde ortak olarak gördüğümüz şey, kültüre erişim hakkı ve kültürel hakların birçok ülkede anayasal düzeyde güvence altına alınmış olması. Yani ifade özgürlüğü…

EA: … bir başlangıç noktası.

ÖE: Evet, buradan başlamak lazım. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 27. maddesindeki kültür hakkından hareketle, bazı ülkeler anayasalarına almış, diğerleri başka uygulamalar geliştirmiş. Neticede sanatsal üretimin devamlılığı için, devlet tarafından öncelikle ifade özgürlüğünün en üst düzeyde garanti altına alınması gerekiyor.

EA: Peki bizde de son dönemde, gene bu bahsetmiş olduğumuz bağımsız raporlarda ve başka alınan inisiyatiflerde kültür politikalarını tanımlama, ve bu tanıma kültürel haklara erişimi katma konusunda da yapılmış çalışmalar oldu. Bu konuda bir ilerleme kaydedildi mi?

ÖE: Birtakım çalışmalar var ama burada rol dağılımının nasıl olduğuna bakmak lazım. Kültür Politikaları çalışmalarını devlet tek başına yürütmemeli; sorunların alanın aktörleri tarafından, ihtiyaçlar temelinde, elbirliğiyle tanımlanması gerekiyor. Bir tarafta sivil toplum, kültür kurumları, sanatçılar, akademisyenler varken diğer tarafta devlet var. Biz İKSV olarak, kültür politikaları geliştirme çalışmalarımız çerçevesinde, kültüre erişim konusunun öncelikli olduğunu düşünerek bir çalışma yaptık. Yeni anayasa hazırlama çalışmalarının  hız kazandığı süreçte sivil toplumdan da katkı istenmişti. Biz de üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmek üzere, İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı’nın danışmanlığında, gerekçesi ve hukuki çerçevesiyle birlikte kültüre erişim ve katılım hakkıyla ilgili bir anayasa maddesi önerisi hazırladık. Elbette Anayasa’da kültürle ilgili diğer tüm alanların tanım- lanması için kapsamlı ve kolektif bir çalışma gerekir ama kısıtlı zaman içinde bir öneride bulunmak üzere bu ilk adımı attık.

EA: Sonuç?

ÖE: Henüz somut bir sonuç elde edebildiğimizi söyleyemeyiz. Anayasa çalışmalarının geldiği nokta ortada; bu konuda bir adım atılacak mı, bir sonuç çıkacak mı bilmiyoruz.

EA: Peki bu diyalog ilerleyebiliyor mu? Bağımsız yapılar olarak ya da özel sektör olarak hep daha kısıtlı bir devlet-kültür kurumu diyaloğu içindeyiz, ama siz tabii ki kültür politikaları birimi olarak daha aktif bir ilişkidesiniz. Böyle bir öneri getirdiğinizde bu pozitif olarak algılanıp, üzerinde çalışıldığı en azından söyleniyor mu? Böyle bir umut verici ilerleme olasılığı var mı?

ÖE: Bugüne kadar bu alanda yaptığımız önerilerin en azından ilgiyle karşılandığını söyleyebilirim. İKSV olarak erişim imkânlarımızı herkes için olumlu sonuçlar doğuracak şekilde değerlendirmeye çalışıyoruz. Önerilerimizin ses getirdiğini, takip edildiğini görüyoruz ama kamu bürokrasisinde sonuca hızla ulaşmak kolay değil. Belki birkaç sene içerisinde çalışmalarımızın sonucunu birlikte göreceğiz, ama bir kanal açıldığına ve farkındalık yaratıldığına inanıyoruz.

EA: Bu farkındalık sanırım medyaya da yansıyan ve tartışma yaratan çeşitli olaylarla da ortaya çıkıyor. Hemen bu geçtiğimiz hafta ortaya çıkan olaya bakalım: İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin daha önce sanatçı ve koleksiyonerlerden Eski Silahtarağa Elektrik Santrali’nin dönüştüğü ve günümüzde sadece Enerji Müzesi olarak devam edebilen çağdaş sanat müzesi Santralİstanbul için aldığı koleksiyonun bir bölümünü elden çıkarmak için bir müzayede evi ile anlaştığını okuduk gazetelerde. Mesela bu da çok da bilinmeyen bir bilgi, Türkiye’deki bütün özel müzeler bir devlet müzesine bağlı, ve Santral’in de bağlı olduğu müze ise Topkapı Sarayları Müdürlüğü ve Santralİstanbul’un koleksiyonu olarak envantere alınmış olan birtakım eserler tekrar envanterden çıkarılarak müzayedeye veriliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda müzeler kültürel miras üzerinden tanımlı olduğu için kültürel miras sayılmayan bir çağdaş sanat eserini envanterden çıkarmak oldukça rahat oluyor. Sanatçılar ve kültür sektöründen birçok kişi, sanat eleştirmenleri, çeşitli aktörler, itirazda bulundu, müzayede evi ise kendisini koruma altına alan avukatı aracılığıyla usulsüzlük olmadığına dair bir açıklama yaptı. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden ise henüz bir açıklama yapılmış değil. İşte gene karmaşık bir durum. Türkiye’de müzelerin geleceği devletin değil özel sektörün yapacağı yatırımlara bağlı iken, çağdaş müzeciliğe uygun gerekli altyapının olmadığını ve geliştirilmesi için de maalesef bir çalışma yapılamadığını görüyoruz. Tiyatrolar konusunda da benzer bir durum olmuştu. Devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi konuşuldu, gayet rahat bir şekilde. Ve devlet yetkililerinin yaptığı açıklamayı hatırlayalım: Devlet artık tiyatroların finansmanını üzerine alamaz çünkü yatırdığı paranın karşılığını almıyor; bu çok rahat telaffuz edildi. Sanki devlet bu kurumlara sponsor olan işletmeymiş de yeteri kadar görünürlüğü sağlanmamışçasına bir mutsuzluğu olmuş, randıman alamamış verdiği destekten. Ve  tiyatro destekleme misyonunu da rahatlıkla özel sektöre devredeceğini söylüyor devlet. Belki İstanbul’da bir sahne özel bir şirket tarafından yatırım amaçlı alınabilir, belki ideal düşünürsek yeni, daha da gelişmiş, zengin içerikli bir sahneye kavuşabiliriz. Peki Türkiye’deki diğer şehirlerde, firmaların bu kadar yatırım yapmadığı öteki şehirlerde durum ne olacak? Büyük şehirler dışında kültüre erişim sadece devlet kurumlarıyla mümkün iken şimdi bu da ortadan kalkmak üzere.

ÖE: Bütün bunlar sisteme dair sorunlar. En başa dönersek, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yapısına ve yaklaşımına bakmak lazım. Kültür ve sanatın hayatımızda kapladığı yeri ve bu alanın ana aktörlerinden biri olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı ele aldığımızda, kültür ve turizm alanlarından birlikte bahsettiğimiz gerçeğini hatırlamamız gerekiyor. Avrupa’da da kültür alanında faaliyet gösteren bakanlıkların, iletişim ya da eğitim gibi farklı alanlarla birlikte tanımlanmış olduğunu görüyoruz. Bizde kültür ve turizm birlikte hareket ediyor ama bütçe dağılımına baktığımızda, bu iki önemli alanın paylarının eşit olmadığını görüyoruz. En basit örnekle, Türkiye’nin 2023 yılı turizm hedeflerini belirleyen bir stratejik vizyon dokümanı var ama kültür alanında böyle bir politika belgesi yok. Cumhuriyet tarihimizde erken dönemlerde önemli girişimlerde bulunulmuş ve devletin kendi kültür kurumları kurulmuş ama sanki bir noktada zaman donmuş ve çalışmalar özel sektörün girişimiyle devam etmiş. Bu zaman zarfında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın içindeki farklı birimler maalesef hantal yapılara dönüşmüş.

EA: Genel müdürlükler karışık bir yapı aslında.

ÖE: Dışarıdan bakıldığında Bakanlığın yapısı ve işleyiş mekanizması oldukça karışık görünüyor. Ancak genel müdürlüklerin çalışma prensipleri veya projeleri tek tek incelendiğinde, örneğin edebiyat alanında TEDA projesi, sinema alanındaki destek mekanizmaları gibi, sivil toplum ve sektörle yakın ilişki içinde çalışan birimler de olduğu görülüyor. Bu tekil örnekler başarılı modeller oluştursa da, Bakanlık tarafından sivil toplum işbirliğiyle şekillen- dirilmiş bir kültür politikası dokümanı veya stratejisinin olmaması genelde sorunlara yol açıyor. Bu sorunlar medya aracılığı ile tartışılmaya başlandığı noktada ise kamuoyunda ciddi bir bilgi kirliliği oluşuyor. Bahsettiğin gibi, tiyatrolara verilen kamu desteği konusundaki tartışmalarda da aynı süreci yaşadık. Ülke gündemine bir anda Amerika veya Avrupa’dan, tiyatro alanına yönelik kamu desteğine ilişkin çeşitli modeller ve farklı örnekler düştü ama hiçbiri yeterince ayrıntılı incelenmediği için objektif değerlendirmeler ya- pılamadı. 1950’lerden bu yana faaliyet gösteren bir kültür kurumunun geleceğine ilişkin kararlar, medya aracılığıyla edinilen derme çatma bilgilerle ve bu kadar hızlı bir şekilde alınmamalı.

EA: Tiyatro konusundaki tartışma ağırlıklı olarak basitçe eski bir Kültür ve Turizm Bakanımız’dan bize miras kalan tatsız “bankamatik sanatçılar” üzerinden kuruldu.

ÖE: Dolayısıyla bu süreç sonunda kimse kendi sorunlarını doğru şekilde anlatamıyor, diyalogsuzluk ortamı devam ediyor. Türkiye son dönemlerde kültür-sanat alanını derinden ilgilendiren birçok konuyu bu üslupla tartışmaya başladı, bu da kutuplaşmalara ve ciddi sorunlara yol açtı. Uzlaşma yolu, öncelikle bir planlama yapmak, sürecin başında konuyu  uzmanlarla  tartışmaya  açmak  ve birlikte karar alınmasını sağlamaktan geçiyor. Bu yapılmadığı zaman tartışmalar ancak heykel yıkılsın mı yıkılmasın mı, AKM kapansın mı açılsın mı gibi dar bir eksende kalıyor ve işin özünden uzaklaşıyoruz.

EA: Bir de işin özünün biraz da sanat yönetimi olduğu gerçeğinden uzaklaşıyoruz değil mi? AKM, tabii ki alandaki en önemli yaramız. AKM’nin bildiğiniz gibi 2010 AKB Ajansı’ndan ayrılan bir bütçe ile yürütülecek bir renovasyon projesi ile 2008’de kullanıma kapatıldı. Ancak bu proje tekrar yapılandırılma sürecinin aslen AKM’yi alışveriş merkezine dönüştürecek bir “çok amaçlı salon” haline getireceği inancı ile Kültür-Sanat-Sen’in açtığı bir davayla durduruldu ve proje iptal edildi. Daha sonra ise bildiğiniz gibi Sabancı Holding sponsorluğunda tekrar aslına göre yapılacağı netleşen restorasyon dönemi başladı ama halen gözle görülür bir ilerleme yok. İstanbul’un en büyük ve merkezi kültür merkezi halen kapalı. Tüm bu tartışmalarda ise AKM sadece bir bina olarak konuşuldu, mimarisi ve temsil ettiği değerler ile. Fakat bugüne kadar kamuoyu hiç AKM nasıl yönetiliyordu, işletmesi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ya da devlete mi bağlıydı, bütçesi nasıl oluyordu, AKM’ye bağlı opera, tiyatro ve konser birimleri nasıl bir sanatsal misyon çerçevesinde programlama yapıyordu, o birimler neden yıl- larca birbirleriyle kavgalıydı, neden AKM yıllar geçtikçe sanatsal çekim merkezi konumunu kaybetti, sorularını sormadı. Bunları hiç tartışmadan, sadece bir inşaat alanı üzerinden ilerledik. Peki tekrar istersen yapılan olumlu çalışmalara ve gayretlere dönelim, en azından deneyelim.

ÖE: Bu alandaki bütün çalışmaların mantığını anlatmakta fayda var. Sorunu böyle tanımladık bence, en azından ana hatlarını biliyoruz. Kültür politikaları alanındaki güncel sorunlar aşağı yukarı belli olduğuna göre, artık çözüm üretme zamanı geldi ve bu noktada hepimize çok iş düşüyor. Ben burada Vakıf adına konuşuyorum ama bu süreçte sanatçıların, bağımsız kültür kurumlarının veya meslek birliklerinin de sorumlulukları var. Sorunlara yapıcı şekilde yaklaşıp birlikte çözüm üretmek, gerekirse Bakanlığın kapısını çalıp bu önerileri sunmak ve uygulanması için mücadele etmek gerekiyor. Biz İKSV olarak bu yönde birtakım çalışmalar yaptık. Mesela tiyatro tartışması yaşanırken, az önce bahsettiğim bilgi kirliliğinin önüne geçmek için, İstanbul’daki yabancı kültür kurumlarının temsilci- lerini davet ettik ve onlardan ülkelerindeki sistemi anlatmalarını istedik. Aynı şekilde, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile sivil kültür kurumları arasında bir iletişim kanalı açmak üzere bir bilgilendirme toplantısı düzenledik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, kendisine bağlı kültür kurumlarının dışında kültür-sanat alanına destek vermek üzere yürüttüğü teşvik çalışmaları da var. Maalesef kapsamı yetersiz ama birtakım mekanizmalar var ve kültür-sanat dünyası tarafından da çok iyi tanınmıyor. Bu sistem üzerine birlikte kafa yorarak, alanın aktörlerinin ihtiyaçlarını Bakanlığa doğru anlatmak için çalışabiliriz.

EA: Çünkü bilinmiyor. Kültür Bakanlığı bizleri tanımıyor.

ÖE: Aslında çift taraflı bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Elbette Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın öncelikle kendisini anlatması ve kültür-sanat dünyasıyla ilişki kurmak üzere girişimde bulunması gerekir ama bahsettiğimiz strateji ve politika sorunlarından dolayı bu her zaman mümkün olmuyor. Diğer taraftan, kültür- sanat alanında çalışan kişi ve kurumlar da, özellikle bürokrasinin karmaşıklığı nedeniyle, Bakanlık ile temasa geçme konusunda her zaman istekli değil. Bu nedenle biz İKSV olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu alanda çalışan birimiyle kültür-sanat dünyasının temsilcilerini bir araya getirmeye karar verdik ve bir bilgilendirme toplantısı düzenledik. Çünkü bu konudaki sorunlara, ancak ihtiyaçları kamuya doğru şekilde anlatarak çözüm bulunmasını sağla- yabileceğimize inanıyoruz. Ne kadar sürede sonuç alınabileceğini tahmin etmek zor ama bu yönde çalışmaya devam etmek lazım.

EA: Tabii şimdi bir de geçmişe dönüp, bugüne kadar yapılmış olan çalışmaların, verilmiş emeklerin de hakkını vermemiz gerekir. Yıllarca Bakanlık, sanatçı ve sanat kurumları arasında bir diyalog kurulmaya çalışılmış değil mi? Bu diyaloğun olabilirliğine ve gerekliliğine inanan birçok sanatçı ve kurum temsilcisi hep Ankara’yı, Bakanlığı ziyaret etmiş. Ama sanatçılar baki kalsa da Bakanlar kalamamış. Kültür ve Turizm Bakanı ülkemizde en sık değişen bakanlıkların başında olmalı. Kurulan diyalogların aktarılan bilgilerin sonuca ulaşmasını sağlayacak bir ömürleri olamamış çoğunlukla Bakanlarımızın. Özellikle tiyatrocular çok yaşadı bu anlattıklarımızı. Özel Tiyatrolar Destek Yasası’nın iyileştirilmesi, daha fazla sayıda tiyatronun bu hibeden faydalanabilmesi, sistemin değiştirilmesi istekleri doğrultasında, en azından benim şahit olduğum 2006 yılından beri birçok özel tiyatro temsilcisi bir bakanlık görüşmesi yapmıştır. En son şehir tiyatroları meselesinde de bir grup temsilci gidip Bakanlıkla, bakanlarla hep görüşülüyor, hep dilekler iletiliyor, kendi içinde çalışmalar yapılıyor ama maalesef günümüze gelebilen olumlu bir değişim yok.

ÖE: Bence bizde de bir takip sorunu var. Başta söylediğim gibi, bu alanda daha önce de çalışmalar yürütülmüş, bu yapılanlar elbette ki ne ilk ne de son olacak.

EA: Evet bu tip çalışmaları biz de bilmiyoruz. Biz de kendi aramızda bilgi sahibi değiliz. Hem bu bilgi aktarılamıyor, Bakanlığın kendi arasında olan aktarım sorunu gibi, hem de alandaki aktörlerin bir iletişim ve dayanışma sorunu var.

ÖE: Doğru, bu sorun da var. Bunun önüne geçmek için daha sıkça ve sistematik şekilde bir araya gelip sivil bir örgütlenme biçimi oluşturmak ve çözüm üretimine katkıda bulunmak gerekiyor.

EA: Yani kamudan, daha doğrusu devletten, ümidimizi kesmemeli miyiz?

ÖE: Bence sürekli çaba sarf etmeye devam etmek gerekiyor. Elbette her bakan değişiminde kadroların ve uygulamaların değiştiği gerçeğini unutmuyoruz. Normal şartlarda Bakanlığın çalışmaları genel bir vizyon ve strateji dahilinde yürütülmesi gerekirken, pratikte işler böyle yürümüyor. Bakanlıkla sivil kültür kurumları ve sanatçılar arasındaki ilişkiler sadece kişisel bağlantılar üzerinden yürümemeli, bu ilişkilerin şeffaf kriterleri, tanımlı alanları olmalı. Bu süreçte bize de sorunlarımızı tanımlayıp veri üretme, çözüm sürecinin takipçisi olma işi düşüyor. Bakanlığın yapısını değiştirebilir miyiz bilmiyorum ama bu alandaki aktörlerin birlikte hareket etmeleri gerektiğini biliyorum.

EA: Veri üretme demişken, yaptığınız çalışmalara dönelim; iki kitapçık mı çıktı kültür politikaları biriminden? Bunlardan biri Kamusal Alanda Sanat çalışmasıydı, diğeri de her zaman tartışılan, “canım, kültür sektörü de ne ki, hoşbeş ve hobi!” söylemini ters düz edecek bir “hayır, bunun kültürel olduğu kadar bir de ekonomik getirisi var alana, bütün ülkeye!” dediğiniz ekonomik değer çalışması. Bu çalışmalardan biraz bahsedebilir misin? Bu veri sağlama nasıl gerçekleşti?

ÖE: Kültür-sanat alanına dair verilerin yetersizliği, alanın en büyük sorunlarından biri. Bu alanda ancak somut veriler üzerinden konuşulduğunda yapıcı adımlar atılabilir. Biz de bu sebeple, kültür politikaları çalışmalarımız kapsamında raporlar, politika dokümanları hazırlamak ve bunlara eşlik eden toplantılar, konferanslar düzenlemek hedefleriyle yola çıktık. İlk araştırmamız, İstanbul’da kamusal alanda sanat uygulamalarına yönelik bir stratejik yönetim planı ve programlama önerisi sunmak üzere hazırlandı. Kamusal alana geçici ya da kalıcı sanat eseri yerleştirmek söz konusu olduğunda, kamunun bu sürece nasıl katıldığı, yerleştirilecek heykellere kimlerin, nasıl karar verdiği, bu kararların alınmasında herhangi bir uzman veya kurulun rol oynayıp oynamadığı ve yönetimin değişmesi durumunda korunma koşullarının hangi yasal çerçevede düzenlendiği sorularına yanıt aradık. Ancak kamusal alanın sahibi olan kentliler veya sivil toplum kuruluşları, şehir planlamacıları, mimarlar, akademisyenler gibi uzmanların bu sürece dahil olmadıklarını gördük.

EA: Evet kamusal alanda sanat bizim için çok problemli değil mi? Dediğin gibi karar sürecine maalesef dahil edilmiyoruz. Örneğin hep tanık olduğumuz Beyoğlu’nda Galatasaray Meydanı’nda etkinlik yapma/yapamama konusu… Uzun bir süre kendi inisiyatifiyle müzik yapan, toplanan kişilerin, sokak sanatçılarının meydana kabul edilmediğini, yasaklandığını, zaman zaman ceza kesildiğini gördük, sonra 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleriyle birden belediye için paha biçilmez bir pazarlama alanına dönüştü Galatasaray Meydanı. Avrupa’da kamusal alanda sanat uygulamasının iyi örneği olarak gösterilen inekler sergisi, hatırlarsak bizdeki uygulamada birden bütün firmalara yeni billboard’lar kazandıracak bir pazarlama aracına dönüştü. Kamu dediğimiz şey, kamusal alan gerçekten kime ait?

ÖE: Çok sorunlu bir alan. Sonuçta yerel yönetimlerin ciddi olarak söz sahibi olduğu bir alan olmakla beraber…

EA: “Toplanma kardeşim burada” diyerek seni uzaklaştırabileceği bir alan.

ÖE: Aynen öyle. Bu rapor kapsamında, plastik sanatlar alanında ve heykel özelinde konuya yaklaştık ama tabii ki daha geniş bir alandan bahsediyoruz. Bu konu, doğrudan belediye başkanının inisiyatifinde bulunuyor. Bir heykelin yerinden kaldırılması veya yıkılması kararı, bireysel olarak belediye başkanına bağlı olmamalı, ama aynı mantıkla, yerleştirilmesi de tek bir kişinin kararına bağlı olmamalı. Biz bu çalışmada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na bağlı olarak çalışacak özerk bir kurul için bir model önerisi getirdik. Böyle bir kurul kimlerden oluşmalı, yetki alanı ne olmalı, işleyiş mekanizması nasıl tanımlanmalı gibi sorulara net yanıtlar vermeye çalıştık.

EA: Yerel yönetimlerle bu raporu nasıl paylaştınız?

ÖE: Bu raporu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yanı sıra ilçe belediyelerine ve diğer yetkililere gönderdik. Kısa vadede hızlı bir sonuç elde edilemeyeceğini biliyoruz; önemli olan konunun takipçisi olmak, çözüm önerilerini gerekli durumlarda tekrar gündeme taşımak. Kültür politikalarında öncelikli kabul ettiğimiz sorunları, özellikle kamuyla bir araya gelinen toplantılarda yılmadan yinelemek gerekiyor. Bu nedenle raporlar hazırlıyor, toplantılar düzenliyoruz. Kültür politikaları çalışmalarımız kapsamındaki ikinci raporumuz, kültür ve ekonomi ilişkisi üzerineydi.

EA: Aslında sanatın ekonomik katkısının yerel yönetimler tarafından da olumlu karşılanması gerekir değil mi?

ÖE: Evet, kültür-sanat alanı dünyada ekonomik kalkınmanın temel bileşenlerinden biri kabul ediliyor. Dolayısıyla, kültür ve sanatın, tüm sosyal etkilerinin yanı sıra kent ve ülke ekonomisine sağladığı katkıların da rakamsal verilerle açıklanması gerekiyor. Biz de bu amaçla İKSV’nin 2011 yılında düzenlediği tüm etkinliklerin ekonomik etkisini ortaya koyan bir rapor hazırladık. Türkiye’de kültürel faaliyetlerin ekonomik getiri sağlayacak yönünün açığa çıkarılması için ihtiyaç duyulan kamusal desteğe ilişkin temel politika önerilerini de bu çalışmada dile getirdik.

EA: Hangi bakanlığa sundunuz bu raporu?

ÖE: İKSV Ekonomik Etki Araştırması’nı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve ilgili kamu kuruluşlarının yanı sıra Dışişleri Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı’na gönderdik. Ayrıca medya aracılığıyla kamuoyu ile de paylaştık.

EA: Evet, Kalkınma Bakanlığı bizim için pek de tanınmayan yeni bir bakanlık. İstanbul Kalkınma Ajansı’nın biraz da 2010 AKB Ajansı’nın mirasını devralacağı deklare edilmişti ve son yıllarda yaratıcı endüstriler ağırlıklı olsa da kültür ve sanat etkinliklerini de kapsayan hibe çağrılarında bulunmakta. Peki, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan konuştuk. Biraz da Dışişleri Bakanlığı’ndan konuşalım mı? 2009-2010 yıllarını kapsayan Fransa’da Türk Mevsimi, 2012’deki Hollanda ile Türkiye arasındaki 400. Yıl Kutlamaları çerçevesinde gelişen Kültürel İşbirliği Programı ve 2014’te Polonya ile gerçekleşecek olan program Dışişleri Bakanlığı’nın Tanıtma Fonu çerçevesinde koordine ettiği uluslararası kültür etkinlikleri… Sen bunları nasıl değerlendiriyorsun Özlem?

ÖE: Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık Tanıtma Fonu ile birlikte özellikle kültürel diplomasi alanında kültür-sanat projelerine destek verebiliyor. Biz İKSV olarak yurtdışında geliştirdiğimiz festival veya etkinlik serileri kapsamında, Dışişleri Bakanlığı ve diplomatik misyonlar (Büyükelçilikler, Başkonsolosluklar, Kültür Müşavirlikleri) ile yakın ilişki içerisinde oluyoruz. Bu doğrultuda, uluslararası kültür-sanat projelerimizin finansmanı için zaman zaman Başbakanlık Tanıtma Fonu’na finansal destek başvurusunda bulunuyoruz. Dışişleri Bakanlığı, ülkeler arasındaki ikili ilişkiler neticesinde tasarlanan kültürel mevsimler gibi büyük çaplı projeler kapsamında, dönemsel olarak bağımsız kültür kurumlarıyla işbirlikleri yapıyor. Örneğin, Türkiye’nin şimdiye kadar bir yabancı ülkede gerçekleştirdiği en uzun soluklu ve kapsamlı etkinlik olan Fransa’da Türkiye Mevsimi’ni, Dışişleri ve Kültür Bakanlıklarıyla ilişkilerimizin geldiği noktayı göstermesi açısından örnek olarak verebiliriz. Fransa’da Türkiye Mevsimi, Türkiye ve Fransa’nın Dışişleri ve Kültür Bakanlıkları’nın himayesinde, İKSV ve CulturesFrance işbirliğiyle düzenlendi. Projenin tarafları arasındaki güçlü koordinasyon ve iletişim ağı sayesinde, iki ülkenin resmi kurumlarının yanı sıra kültür ve sanat kurumları ile sivil toplum örgütleri arasında uzun soluklu işbirliğinin temelleri atıldı.

EA: Bakanlığın fon sağlamak dışında bu etkinlik organizasyonlarına idari bir etkisi oluyor mu?

ÖE: Sözünü ettiğim bu büyük projelerde Dışişleri Bakanlığı operasyonel olarak çok fazla işin içine girmedi. Kamu ve sivil toplumun doğru bir işbirliği modeli geliştirmesi sayesinde, Türkiye’nin tüm çeşitliliğini yansıtan ve ortak yapımlara öncelik veren bir program oluşturulabildi. Ama artık kamu eliyle kurulan ve uluslararası kültür-sanat projelerinde aktif rol alması beklenen yeni bir kurum olarak, Yunus Emre Vakfı ve Enstitüleri var.

EA: Doğru, Yunus Emre Vakfı ve Enstitüleri bizlerin alanda çok bilmediğimiz ancak devlet tarafından sürdürülmekte olan bir kültür kurumu. Onlardan da konuşalım dilersen… Öncelikle Türk kültürünü yurtdışında tanıtma üzerine kurulu bir sistem tıpkı İstanbul’da görmeye alışkın olduğumuz yabancı konsolosluklara bağlı çalışan kültür merkezleri gibi.

ÖE: Elbette Türkiye’nin kültür merkezleri olmalı. Avrupa’ya baktığımızda yaygın bir şekilde kültürel aktivitelerin gerçekleştirilebileceği kültür merkezleri olmayan nadir ülkelerden biri Türkiye. Yunus Emre Enstitüleri ilk kurulduğunda bu alandaki açığı kapatabilecek gibi bir umut doğmuştu bence, ama ancak stratejisini ve alanını geniş tutarsa bu alana daha faydalı olacak. Çünkü dediğim gibi işbirliği meselesi önemli; yurtdışında yapılan etkinliklerde özellikle. Fransa’da Türkiye Mevsimi bunun için biraz daha farklıydı. İlk defa Türkiye para verip bir mekân kiralayıp bir etkinlik götürmedi, orada hakikaten kültür kurumlarının birlikte karar verdiği etkinlikler gerçekleştirildi. Fransa’daki kültür operatörleri kendi programlarına aldılar, büyük etkinliklerinin kapsamında Türkiye’den güncel sanat üretimine dair etkinlikler girdi. Farklı olan şey buydu. Yaklaşım biraz daha buraya kaymalı bence. Türkiye’nin, tanıtım faaliyetlerinin, turizm faaliyetlerinin ötesine geçip hakikaten işbirliği projelerine yönelmesi gerekiyor. Dışişleri Bakanlığı’nın da gitmesi gereken yer böyle bir kanal bence.

EA: Peki buradaki çağdaş sanat alanıyla sence Yunus Emre Enstitüleri arasında bir bağ olabilir mi, bir diyalog sağlanabilir mi?

ÖE: Yunus Emre Vakfı ve Enstitüleri henüz yeni bir oluşum. Ankara’da Kalkınma Bakanlığı’nın önümüzdeki beş yıllık kalkınma planının hazırlık sürecinde düzenlenen Kültür ve Sanat Özel İhtisas Komisyonu toplantısına katıldık. Kalkınma Bakanlığı, Türkiye’nin beş yıllık kalkınma planlarının ve bu yöndeki stratejik dokümanların hazırlanmasında aktif rol alan bir bakanlık. Kal- kınma planlarında kültüre ayrılacak bütçeleri de belirleyecek tüm vizyon metinleri, Kalkınma Bakanlığı’nın girişimiyle oluşturuluyor. Dolayısıyla bu toplantıda hem ilgili diğer aktörler, bakanlıklar, hem de kültür kurumu temsilcileri bir araya gelmişti. Yunus Emre Enstitüsü’nün temsilcisiyle de orada tanışma imkânı buldum. Sanırım onların da kendini özellikle İstanbul’daki kültür-sanat dünyasına tanıtmak için biraz çaba sarf etmesine ihtiyaç var.

EA: Peki Kalkınma Bakanlığı’na dönersek, bu Kalkınma Bakanlığı’nın -İstanbul özelinde konuşalım yine- İstanbul Kalkınma Ajansı’nın yaptığı hibe çağrıları var. Bunlar hem kâr amacı gütmeyen hem kâr amacı güden kurumlara yönelik ve burada biraz daha yaratıcı endüstrilerin ön planda olduğunu görüyoruz. Bu ajansların kültür sektörüne olan etkisi hakkında ne dersin? Çünkü yaratıcı endüstri dediğimiz zaman döngünün bir ekonomik artı üretebilmesi gerek. Biz zaten kültür alanında kâr amacı gütmeyen kurum yapısında kendi kendine yeteri kadar bir ekonomik döngü sağlayamayacak, ama topluma yarattığı, sanata getirdiği katkıdan dolayı desteklenmesi, süspanse edilmesi gereken yapılardan bahsedip bu yapıları var etmeye çalışırken, bu hibe programlarında zaten ekonomik gelir getirip kendi başına da var olabilen, modanın, tasarım, hatta mimarlığın ön plana çıkarıldığını görüyoruz.

ÖE: Burada hassas bir durum var. Yaratıcı endüstrilerin tanımlanması, desteklenmesi ve kültür politikaları kapsamında bu alana yönelik çalışmaların yapılması çok önemli ama kültür-sanat alanını sadece endüstri ile ilişkilendirmek eksik kalır. Kültür-sanat alanında faaliyet gösteren, kâr amacı gütmeyen kurumların yaşamlarına devam edebilmesi için, özellikle sabit giderlerini karşılamaya yönelik fon mekanizmalarının yaratılması gerekiyor. “Projecilik” çıkmazına saplanılmaması için, bu kurumların, sürekli kaynak aramak zorunda kalmadan faaliyetlerine devam edebilecekleri bir duruma gelmeleri şart.

Bu arada, yakın zamana kadar Kalkınma Ajanslarının gündeminde yaratıcı endüstrilere ilişkin bir tanım da yoktu. Kültürün, ekonomik kalkınmanın araçlarından biri olarak görülerek, Kalkınma Ajansı’nın gündemine girmesi çok önemli bir gelişme ve bu sürecin büyük çabalar sonunda oluştuğunu söylememiz gerekir. Dolayısıyla, yaratıcı endüstrilerle ilgili bir fon çağrısının açılması elbette çok olumlu ama diğer yandan bu tanımda açıkta kalan alanlar olduğunu da hatırlamamız gerekiyor. Hep söylediğimiz gibi, kâr amacı gütmeyen kültür-sanat kurumları üzerine de çalışmak lazım. Türkiye’de kamu kurumlarının dışındaki kültür kurumları, bütçelerini ağırlıklı olarak sponsorluklarla karşılayarak ayakta kalabiliyorlar. Sanatsal üretimin devamlılığı için, sabit giderlerini karşılayabilecekleri bir fonlama sistemi yok. Bunun için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sektörle ve kültür-sanat alanının aktörleriyle doğrudan temasa geçebileceği iletişim kanallarının ve teşvik mekanizmalarının geliştirilmesi gerekiyor. Özetle, Kalkınma Ajansı’nın yaratıcı endüstriler ile ilgili fonları mümkünse devam etmeli ama kültür-sanat alanının, henüz endüstrileşememiş kısmını kapsayacak bir fon başlığı üzerinde de ayrıca çalışılmalı.

EA: Peki Kalkınma Ajansı’ndan geriye 2010 Avrupa Kültür Başkenti’ne dönelim istersen. Çok büyük bir merakla beklemiştik 2010 sürecini ve sonuçta alandaki kültür profesyonellerinin de devletin çeşitli birim ve bürokratları ile ilk kez bu kadar yakın temasta çalıştığı bir dönem oldu 2008-2010 ağırlıklı olmak üzere. Bu süreç çok önemliydi çünkü başlangıcı bir aşağıdan yukarı yönetim iyi örneği olarak sivil toplumun devleti ikna ederek alınan bir Avrupa Kültür Başkenti titri ile gerçekleşti. Ancak bildiğiniz gibi resmi Ajans yapılanması tamamen yukarıdan aşağıya bir yönetim şeması çerçevesinde kurucu sivil bireylerin dışarıda bırakıldığı ve karar süreçlerinin bürokratikleştirildiği bir yapıda şekillendirildi. Çok tartışmalı bir süreç geçti ama katkısından da özellikle bahsetmek gerek. Öncelikle o güne kadar kendi ülkesinden hiçbir fon desteği alamamış birçok sanatçı, bağımsız oluşum ve kültür kurumu bu hibe çağrısına cevap verdi ve başvurdu. Tabii bu oldukça zorlu bir süreçti, hibe başvurusu yapıldı, bazı başvurular olumlu oldu, çoğu ise olumsuz çünkü istenildiği kadar bir ek fon havuzu oluşturulamadı. Olumlu sonuç alanlar için ise de kolay bir yol olmadı proje uygulaması. Kamudaki genel kanı bu hibelerin çok rahat alınıp paraların keyifle harcandığı idi ama aslında başvuru sahipleri fonlarını ancak harcamalarını ve etkinliklerini gerçekleştirip raporlarını teslim ettikten sonra alabil- diler. Bir mali dayanağı olmayan oluşumlar için bu çok zorlayıcı bir durum oldu. Gene de tüm bu bürokrasiye karşı yapıda kalıp sivillere destek veren çok saygıdeğer isimler vardı idari kadroda elbette, Beral Madra gibi. Onlar 2010 AKB ajansının sürekli olmasını, ofislerini, sergi mekânlarını tutmasını çok istediler. Ama maalesef hepimizin bildiği gibi gene tepeden alınan bir karar ile bu üç yıllık birlikte çalışma pratiği ve deneyimli kadrolar 31 Aralık 2010 itibariyle net bir şekilde lağvedildi. Şu an ajansın etkinliklerini anlatan, arşivleyen bir web sitesi bile yok, hiç olmamış, yaşanmamış gibi 2010 dönemi. Akademik bir çalışma yapmak için referans vereceğiniz hiçbir veri yok; raporlaması, sonuçları kamu ile paylaşılmadı. Sence nasıl bir deneyim oldu Özlem? İyi mi oldu, kötü mü oldu?

ÖE: Çok zor bir soru.

EA: Çok büyük bir soru ama alanda çalışan biri olarak sence bu 2010 AKB projesi dönemi hiç yaşanmamış olsaydı, böyle bir maceraya girişilmeseydi ne olurdu alanımızda?

ÖE: Bu büyük bir soru. Tamamına yanıt verebileceğimden emin değilim ama belki küçük bir katkı yapabilirim. Avrupa Kültür Başkenti projesi, İstanbul için birçok açıdan önemli bir deneyim oldu. Ama en önemlisi, bir arada çalışma deneyimi olmayan bir ekibin, bu çapta bir proje için birlikte iş yapmasının zorluğu ortaya çıktı. Koordinasyon için merkezi yönetim, yerel yönetimler, sivil toplum ve kültür dünyasının temsilcilerinden oluşan bir üst yapı oluşturulmaya çalışıldı ama bu sistem maalesef işlemedi. Burada, proje için Avrupa’dan alınan kaynağın başka nerelere aktarılabileceği, daha iyi uygulamaların nasıl hayata geçirilebileceği gibi birçok başlığı birkaç saat boyunca tartışabiliriz. Ben özetle şöyle düşünüyorum: Bu süreç, İstanbul’un kültür-sanat hayatına her şeye rağmen bir ivme kazandırdı. En azından, birlikte çalışma kültürüne dair, üzerinde düşünmemiz gereken bir başlık daha verdi. Ayrıca, bu kavramı biraz tehlikeli bulmakla beraber, İstanbul’un artmakta olan marka değerini daha da ön plana çıkardı. İstanbul bugün dünyanın sayılı kültür metropollerinden biri kabul ediliyor. 2010’un da bunda bir etkisi olmuştur ama bu süreç kesinlikle daha iyi planlanabilirdi. Türkiye’de hiçbir dönemde kültür alanına bu kadar büyük bir kaynak ayrılmamıştı. Söz konusu kaynak çok daha iyi yönetilebilir ve bu sayede kalıcı bir mekanizma kurulabilirdi. Bugün tartıştığımız sorunlara başka bir yerden bakabilirdik ama mümkün olmadı. O dönemde, örneğin benzinden alınacak bir kuruşun kültüre aktarılması gibi iyi öneriler de gündeme gelmişti. Sonra her konuda olduğu gibi, bu öneriler de unutuldu ve hayatı- mıza devam ettik. Ama bu noktada, benzine bir kuruş demişken, bunu yapıcı bir öneri olarak tekrar gündeme getirelim ve tartışmaya devam edelim. Kültür-sanata kaynak aktarılması gerekiyor, bu kaynağı nereden bulacağız?

EA: Dünyada en yaygın uygulama milli piyangodan kültüre aktarılan pay.

ÖE: Evet birtakım yöntemler var. Bunları tekrar gündeme getirip tartışmak lazım. Öncelikle sanatın neden önemli olduğunu ve hayatımızda nasıl bir yer kapladığını anlatmamız lazım ki bu konu ajandalara girsin. Sonra, bütün sanatsal disiplinlere eşit mesafeyle yaklaşmanın önemli olduğunun altını çizmek lazım. Kaynak aktarımı konusu tartışılırken, güncel siyasi konjonktürün geleneksel sanatlar veya tasarım ya da güncel sanat arasında bir ayrım yapmaması, tüm disiplinlere eşit yaklaşmayı başarması önemli. Ayrıca Avrupa’daki örneklere bakmak ve iyi uygulamalar içinden Türkiye için özgün bir modeli geliştirmek gerekiyor. Kalkınma Bakanlığı’nın beş yıllık kalkınma planı çalışmalarını bu açıdan önemli buluyorum. Benzinden bir kuruşun ya da milli piyango gelirlerinin bir kısmının kültür-sanat alanına ayrılması söz konusu olduğunda, o fonun nasıl dağıtılacağı, seçim sürecinin nasıl yönetileceği ve özerklik için nasıl bir mesafede durulacağı konularına da dikkat etmek gerekiyor.

EA: Evet, bizim devletle olan sanat karşılaşmalarımız epey maceralı oluyor. Örneğin, son dönemdeki devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi meselesine bakarsak; aslında buradaki kararı başlatan mekanizma, devletin bütçesiyle yapılan sanatın devlet yetkilileri ya da devletin genel kanısı tarafından güncel politikalarla uyumsuz olduğu yargısıydı. Sanat kimin beğenisine göre yapılacak, toplumun genel beğenisini kim belirleyecek? Bu sorulara devletin cevabı net oldu: Muhafazakâr sanat tanımlaması yapıldı ve bu değerleri uygulayacak bir Türkiye Sanat Kurumu adında, özellikle İngiltere örneğine dayandırılarak bir sanat konseyi kurulacağı deklare edildi. Bürokrat olmayan sivil toplum temsilcilerinden ama başbakan ya da hükümet tarafından atanan sivil toplum temsilcilerinin oluşturduğu ve direkt olarak devlet tarafından oluşturulan bir bütçe havuzunu kültür sektörüne aktarmakla yükümlü bir konsey olacak. İngiltere’deki Ulusal Sanat Konseyi (Arts Council), aynı şekilde Amerika’da Ulusal Sanat Vakfı (National Endowment of the Arts) en öncelikli örnekler. Ancak bu kurumlar özellikle siyasete bir kol uzaklığı duruyor olmakla kendilerini tanımlıyorlar. Değişen hükümetlerin kültür politikasını değil, toplumun kültürel ihtiyaçlarını ya da kültür kurumlarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere oluşturulan programlar. Bu bizim de ihtiyaç duyduğumuz bir oluşum elbette ve yıllar önce de sanatçılar tarafından hem de dönemin Kültür Bakanı ile birlikte bir taslak çalışması da yapılmıştı.- 1995 yılında dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar ve Özerk Sanat Konseyi Girişimi Kurulu adına Hüsamettin Koçan’ın imzaladığı protokolü www.ozerksanatkonseyi.org adresinden inceleyebilirsiniz. Ancak örneğin TÜSAK’ın, değişen hükümetlerin kültür politikalarını yansıtmasının ötesine geçebilmesini nasıl sağlayabiliriz? Bugün muhafazakâr sanat diyor devlet ama yarın başka bir tanımlama gelebilir. Bu kurumun sadece güncel hükümetin kendi kültürel tercihini yansıtmasını nasıl engelleyebiliriz? “Parayı biz veriyoruz, istediğimiz gibi olsun” anlayışından kurtulmak nasıl mümkün olabilir? Biz değişen hükümetlerle değişmeyecek, sadece kültür alanının ihtiyaçlarına göre yapılandırılmış bir altyapıya kavuşabilecek miyiz? Biz bunun için yanlış bir yerde mi uğraşıyoruz? Yoksa hiç bilmediğimiz bir bakanlığa mı gitmemiz gerek? Sorularımızın cevabının Maliye Bakanlığı’nda olduğu telaffuz edilmişti, değil mi? Bütün bu vergilendirme meselesinde, kültür kurumlarının vergiden muaf olması ya da çok genel bir uygulamayla, bağışlanan sanat eserlerinin bağışseverlerin vergilerinden düşülmesinde gerekli düzenlemeyi yapması gereken birim Maliye Bakanlığı.

ÖE: Özerk Sanat Konseyi girişimi ilk kez konuşulan bir konu değil; daha önce de Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanlığı döneminde gündeme gelmiş. Bence Sanat Konseyi’ni tartışmaya başlamadan önce, Türkiye’deki kültür-sanat dünyasının mevcut yapılanmasını anlamak ve sorunların giderilmesi için devreye sokulacak mekanizmaları tartışmak gerekiyor. Sonra, devletin kültür-sanat alanından çekilmesinin söz konusu olamayacağını vurgulamak gerekiyor. Sanat Konseyi, Kültür Bakanlığı ya da özel sektöre yönelik teşvik mekanizmaları eliyle de olsa, devletin tanımlı ve uzun vadeli bir kültür politikası stratejisi olmalı. Kültür Bakanlığı’ndan vazgeçip Sanat Konseyi kurmak, devletin kültür politikaları alanından elini çekmesi demek olamaz. “Muhafazakâr sanat” tartışmaları sırasında bu da konuşuldu ve sapla saman birbirine karıştı gibi hissediyorum. Öncelikle bunu bilmemiz gerekiyor; bu da bir kültür politikasıdır. Devlet, bünyesindeki kültür kurumları aracılığıyla kültür-sanat üretimine katkıda bulunabileceği gibi, belirli bir politika dahilinde, kültür-sanat hayatını hareketlendiren diğer kurumlara ve sanatçılara da teşvik yoluyla destekte bulunabilir. Bunların hepsi tartışmaya açık, sadece sistemi doğru tasarlamak ve belli bir strateji dahilinde hareket etmek gerekiyor. Bence Türkiye’de sorun, bu meselelerin tartışılma yönteminde kilitleniyor. Hep en son noktada tartışmaya başlıyoruz. Bu noktada tartışmaların meşru zeminini hazırlamak ve çoğulcu, demokratik bir platform oluşturmak üzere devlete büyük rol düşüyor. Sivil topluma ise çözüme katkıda bulunmak üzere yapıcı öneriler getirme görevi düşüyor. Ancak karşınızda sanat dünyasının taleplerini hiçe sayan bir otorite olduğunda, bu mücadelenin her zaman çok kolay olmadığını kabul ediyorum. Fakat neticede küsüp gitme ve başka bir yerde bu işi yapma gibi bir tercihimiz yoksa bu alanda üretmeye, çalışmaya ve diyaloğa açık olmak durumundayız.

EA: İsterseniz biz daha fazla konuşmayalım çünkü örneğin sansüre hiç değinemedik. Devlet ve sanat deyince gündeme gelen en büyük konulardan biri de sansür. Çeşitli sivil toplum kuruluşları da var. Sanatta sansürü dokümente eden Siyah Bant gibi. Alandaki sanatçılar ve aktörler tarafından bunun üzerinde de çok çalışılıyor. İsterseniz sorusu olan varsa, buyurun alalım.

KG: Ben Korhan Gümüş. Çok  teşekkür ederim. Çok  eğitici ve güzel bir konuşmanın içinde ben de sadece bir dinleyici olayım, söz almadan sonuna kadar dinleyeyim demiştim ama o kadar güzel bir konuşmaydı ki; içinde de bazı ayrıntılar, içine biraz daha dalmak gerekecek konular var. Bir tanesi bu kültür başkenti konusu. Kültür başkenti projesinin ben ’94 yılına kadar uzandığını biliyorum. Avrupa Kültür Başkenti ile kurulan temaslar, sivil girişim tarafından ’96, ’94, Selanik ile kurulan ilişki, daha sonra başka ilişkiler. Kısaca şunu söyleyeyim, sadece başbakanın Avrupa Birliği’nin siyasi organlarına kendi imzasıyla, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Valisi tarafından iletmiş olduğu dosyada –ki yüzde 60’ı gönüllü insanlar tarafından oluşturuldu bu dosyanın– yer alan problematik şuydu:  Karma bütçe kullanabilen, misyon odaklı bir yerel örgüt, yani kent ölçeğinde katılımcı bir örgütlenme oluşturmaktı ve bunun sadece niyeti değil politikleri de anlatılıyordu. Mesela bu seçilen konular arasında AKM vardı ki, Taksim gezisindeki bütün bu çok amaçlı salon, açıkhava tiyatrosu, fuar alanları, sergi alanları, şehir tiyatrosu, bütün bu alanın yönetimi üstünde zaten bir perspektif vardı. Zaten bunu jüri başkanı olan Robert Palmer’a sunduğu zaman “Kültür başkenti tam budur” dedi. Bizim de hedeflediğimiz şey tam da bu neoklasik kamu modelini, 1930’ların bugün çalışmayan kamu modelini, devlet eliyle veya özel sektör eliyle yönetilen kamu alanını karma bir kullanım, katılımcı bir kullanım planına, daha doğrusu bir yönetim planına kavuşturmak. Dolayısıyla aslında sadece mekânsal, fiziksel bir olay değil, aynı zamanda sosyal bir örgütlenme içeriyordu bu model. Şimdi AKM bunun çok tipik bir örneği. AKM tartışması zaten böyle başladı. Yani AKM’nin aslında yönetimi sorun edilerek başladı fakat projede inanın ilk defa bir kamu yapısı için böyle bir sosyal proje gerçekleştirildi. Çünkü yönetimi üzerine sürekli toplantılar yapıldı, Serhan Ada mesela bazı toplantıları yönetmişti. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden çok sayıda ekiple kolaylaştırıldı o toplantılar. Onları çok iyi hatırlıyorum.

EA: Bir de tepki almıştı o toplantılar. AKM’nin bünyesindeki aktörlerin tepkisini almıştı.

KG: Kültür Bakanı “Sendika bunu özelleştirme diye algılıyor, lütfen bu toplantıları çok öne çıkarmayın” dedi. Şimdi Kültür Bakanı’ndan böyle bir tepki geldi. Ondan sonra Kültür Bakanı birkaç kere, hatta doğrudan doğruya hem Atilla Koç hem Ertuğrul Günay ile tartışmaları çok yaşadık. Sonra Başbakan Yardımcısıyla da ben çok yaşadım. Lütfen yıkalım, ondan sonra yarışma yaparız gibi, sadece inşaat projesine dönüştürmek istiyorlardı. Oysaki ilk defa, kültür başkenti bütçesi harekete geçmeden gönüllü çalışan insanlar zaten ortaya fikirlerini koymuşlardı. Onun için büyük bir kazanım oldu. Bir tek yapının üzerine bir restoran fikri vardı; o da alan projeydi, yani Ocak ayındaki alan projede vardı. Mayıs ayında, uygulamaya geçen projede ise alışveriş merkezi olacak tabii diye söylentiler çıktı ama tamamen yanlıştır bu bilgi. Yani bir tür Alzheimer türü bozulmalar yaşıyoruz geçmişe baktığımız zaman. AKM için bir kamu yapısında yapılacak en iyi proje bence bugüne kadar yapılmıştır, çünkü her alanda, elektro-mekanik sistemleri olsun, sahne sistemleri, bütün akustik yapısı olsun, aklınıza ne gelirse, enerjik bir yapıya dönüştürülmesi olsun, her açıdan yaratıcı enerjiye açılarak proje gerçekleştirildi ve bu gönüllü olarak yapıldı.

EA: 2010 AKB ajansı tarafından.

KG: 2010 Ajansı daha ortada bile yokken yapıldı. Yani ajansın ihale sistematiğinden kurtardık AKM’yi. Fakat bu statükoyu rahatsız etti. Başta Kültür ve Turizm Bakanlığı, içindeki taşeronlarla iş gören bürokrasiyi rahatsız etti, aynı zamanda da sendikayı rahatsız etti, çünkü uygulamaya geçirilecek projenin üzerinde restoran falan yoktu. Kaldı ki bence olabilir, çünkü tartışılarak alındı bu kararlar. Toplantılar kapalı toplantılar değildi. Hadi diyelim Kültür ve Turizm Bakanı evhamlı bir insan, dedi ki bu restoran yüzünden projeyi engelleyebilirler, lütfen kazıyın dedi. Ve projeden çıkarıldı restoran, yani uygulama yapılmış olsaydı o zaman fiziksel yapısında büyük bir değişiklik olmayacaktı, sadece girişi düzenleniyordu, yapıdaki değişiklikler daha çok mühendislik projesindeydi. Yani mimari projesinde çok büyük bir değişiklik yoktu. Yanlış bir bilgi olarak, “AKM’yi özelleştiriyorlardı, biz kurtardık” falan diyorlardı birileri. Bence AKM masaya yatırılmalı ve  çok  iyi tartışılmalı. Eğer anlamak istiyorsak Türkiye’de neler olup bittiğini, bu çok iyi bir laboratuvar konusudur. Sivil toplum tarafından AKM olayı nasıl geliştirildi, nasıl tartışıldı sonra neye dönüştürüldü; burada yanlış bilgilendirme var. Yani AKM hiçbir zaman içinde alışveriş merkezi olacak bir şey olarak, yani Emek Sineması gibi bir müteahhit aracılığıyla dönüştürülmedi.

EA: Korhan Bey, sizin ajans kurulmadan önce geliştirdiğiniz proje ajansın uygulamaya alacağı proje miydi?

KG: Elbette, çünkü şöyle bir şey oldu. Biliyorsunuz bağımsız bir danışma kurulu oluşturuldu AKM için ve diğer projeler Yenikapı, Marmaray vesaire için. Zaten yönetim modeli bu şekildeydi, bizim Avrupa Birliği’ne sunduğumuz modelde bağımsız ama kent ölçekli bir kurum vardı. Yani gidip de başbakan yardımcısına bağlamak, Kültür Bakanı’na bağlamak bile değil, bakınız. Bu bir kent projesidir ve kent projesi kentin kamusallığını güncellemek için yapıldı. Kültür başkenti değil mi? Yani herhalde kültür başkenti Ankara bile olsa orada başbakan yardımcısı olamaz. Bir de burada yasa hazırlanırken çok temel bir hata yapıldı. Yasa hazırlıklarına sivil toplum katılmadı. Temel hata budur.

EA: Sivil toplum kendisi mi katılmadı, davet mi edilmedi?

KG: Hem davet edilmedi hem de istemedi. Bu tip politik alanlara girmiyorlar. Devlet de gölge etmesin başka ihsan istemez diye çekiliyor. Burada sivil toplum kuruluşlarının kamusal işleyiş üzerinde sorumluluğu vardır. Türkiye’de sivil toplumun rolü itiraz etmek gibi anlaşılıyor. Oysaki düzenleyici bir rol üstlenmeli sivil toplum kuruluşları, çünkü kamusal işleyişte sorumlulukları vardır çünkü bu yaratıcılık alanı; teknik şartnamelerle bürokratlar tarafından düzenlenebilecek, ihale edilebilecek hizmetler değildir. Bu alanın bizzat şekillenmesinde kamusal alanı kullanmak değildir, kamusal olana yol açmaktır. Ben çok uzatmayayım. Sonuçta AKM konusunda bence bir eklenti yapmak istedim.

EA: Başka soru sormak isteyen; yorum, katkı, itiraz?

GD: Bana verilen hakkı daha önce kullanmayacağım. Gökçe Dervişoğlu. Biraz gelecek takıntım olduğu için yeni bakanla herhangi bir görüşme oldu mu, bir perspektif kazanıldı mı onu merak ettim, İKSV’nin kültür politikası birimi olarak?

ÖE: Henüz temas etmedik ama yakında görüşmeyi umuyoruz. Böyle bir görüşme olursa, burada konuştuğumuz ana başlıkları kültür politikaları alanının öncelikleri olarak gündeme getirmeyi planlıyoruz. Bu alanın ortak sorunlarını ve çözüm önerilerini kamuya iletmek üzere elimizdeki tüm imkânları değerlendiriyoruz. Aynı şekilde bu görüşmelerden çıkan sonuçları da kültür-sanat camiasıyla paylaşmaya özen gösteriyoruz. Açıkçası, ilk temas er ya da geç kurulur ama önemli olan sürecin devamlılığını sağlamak. Sonuçları önümüzdeki dönemde hep birlikte değerlendiririz umarım.

EA: Bugünü AKM tartışmasıyla sonlandırıyor olmak konunun ne kadar hüzünlü olduğunu bana bir kez daha hissettirdi, çünkü Korhan Gümüş’ün de altını çizdiği gibi AKM meselesinde bir de sivil toplumun kendi arasındaki iletişimsizliği ve AKM’nin sendikasına bu projenin AKM’nin sürdürülebilirliği açısından olumlu bir proje olduğunun anlatılamaması ya da sendikanın bunu algılayamaması var. Bu aslında değişen dönemin belki de bir çatışması, ama sonra bu tartışmanın da hükümet tarafından şu anda içinde olduğumuz Taksim tartışması kapsamında farklı bir boyuta çekilmesi ve gene kültür alanı çalışanları olarak bu tartışmayı kültür kurumlarının sürdürebilirliğini aksettiremememiz, ya mimari ya da politik bir aksamda kalmış olması da çok üzücü. Peki, bu akşam bizimle birlikte olduğunuz ve görüşlerinizi paylaştığınız için çok teşekkürler. Bir sonraki toplantıda Ayça İnce ile birlikte 6 Mart Çarşamba’da gene burada olacağız. İyi akşamlar.

*Özlem Ece: Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’ndeki lisans eğitimini 2001 yılında tamamladı. Yüksek lisansını Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın bursuyla gittiği Institut d’Etudes Politiques de Grenoble’da, Kültür Projeleri Yönetimi üzerine yaptı. Yüksek lisans programı kapsamında Fransa Dışişleri ve Kültür Bakanlıklarına bağlı olarak çalışan kültür kurumu AFAA’da (şimdiki adıyla Institut Français) tamamladığı uzun dönemli stajın ardından, 2003-2008 yılları arasında İstanbul’da çeşitli kültür-sanat kurumlarında proje yöneticisi ve iletişim danışmanı olarak çalıştı. 2008 yılında Fransa’da Türkiye Mevsimi’nin Genel Koordinatörlüğü için çalışmaya başladığı İKSV’de 2011 yılından bu yana Kültür Politikaları ve Sosyal Sorumluluk Projeleri Yöneticisi olarak görev yapmaya devam etmektedir.

Yorum bırakın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s