Kültür ve Sanat Alanında Erkek “Olmamak”*

On beş milyonluk kaotik metropolümüz İstanbul’un yarısını oluşturan kadınlardan biri olarak biliyorum ki her geçen gün korkutucu bir hızla artmakta olan ve bizi tekrar tekrar hayretlere düşüren toplumsal cinsiyet eşitsizliği ortamından irkilmemek elde değil. Dünya Ekonomik Forumu’nun en son 2021 yılında yayımladığı Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre Türkiye, 156 ülke arasında 133. sıraya kadar geriledi ve globalde cinsiyet eşitliğine ulaşmamıza en iyi ihtimalle 136 yıl olduğu açıklandı. İstanbul Sözleşmesi geçtiğimiz yıl tek bir imzayla ortadan kalktı ve nefeslerimizi tutmuş yüzlerce kadın avukatın İstanbul Sözleşmesi’nin haksız iptalinin geçersizliği için yaptığı tarihi savunma ve başvuruya Danıştay’ın yazılı onayını bekliyoruz. Süregiden hukuksuzluğun sembolü haline gelen Osman Kavala davası, Gezi Parkı Davasıyla müebbet ve yedi yeni tutuklamayla daha da karanlıklaşırken kız çocukları ve kadınların cinsiyetleri yüzünden kolayca ve yargı afları teşvikleriyle öldürmelerine dur demek için mücadele eden Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na kapatma davası açıldı.

2017’de tüm dünyaya yayılan #metoo hareketi devamında Türkiye’de de özellikle sinema, TV, tiyatro alanlarında çalışan kadınların dayanışma ağı olan #susmabitsin platformunun sürdürdüğü başarılı kampanyalarla artık kadınlara karşı sürdürülen taciz ve saldırı olaylarının ne kadar içselleştirilmiş ve sıradanlaşmış olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Sadece #susmabitsin sosyal medya hesaplarının tarihçesine bakmanız gündemin ne kadar yoğun olduğunu görmek için yeterli… Her gün, nasıl bir ertesi güne uyanacağımızın belirsizliğiyle yaşıyoruz. Üniversite dönemimde tanıklık ettiğim ‘başörtü’ üzerinden ilerleyen kadın bedeni odağı bugünlerde kadın ‘meme’sinin açıklık ve kapalılık oranına yoğunlaşmış durumda. Nesiller değişiyor ancak kadın bedenine karşı duyulan korku bitmiyor.

Ben de Türkiye’deki kültür ve sanat alanı ekosisteminde bir ‘kadın’ kültür profesyoneli olma deneyimim hakkında epeydir yazmak istiyordum. Ancak ‘sanat yönetimi’ olarak tanımlanan mesleğimdeki terminoloji karmaşası[1] beni burada da yakaladı ve alanda bir dolu görünür sistemsel eksiklikler varken, LGBTİ+ birey olmayan ve fiziksel bir taciz, saldırı deneyimi yaşamayan bekar ve çocuksuz bir kadın profesyonel olarak “kadın çalışan” olma vurgusunu bir başlık haline getirmek meslektaşlarım arasında bir ayrıştırma yapacak olma endişesiyle bazen gereksiz bazen de abartı geldi.

Ancak İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Kültür Politikaları Çalışmaları kapsamında Prof. Dr. Itır Erhart tarafından hazırlanan ve Nisan ayı itibariyle erişilebilir olan Kültür-Sanat Dünyasında Toplumsal Cinsiyet: Tartışmalı Konular, Yapısal Sorunlar, Çözüm Önerileri başlıklı 10. raporu okumak bana uzun süredir beklettiğim bu yazı için motive edici bir fırsat vermiş oldu. Raporla ilgili düşüncelerimi paylaşmadan önce aslen sadece bir okuyucu olmadığımı, bu çalışma ile kurumsal bir işbirliği ilişkimin olduğunu belirtmeliyim. Son sekiz yıldır Türkiye’deki sanat çalışmaları ekibinin bir parçası olduğum British Council, rapora ‘Politika Geliştirme Fon Programı’ kapsamında katkı sağladı. Raporun ilk bulguları kamuyla ilk kez proje yöneticisi ve Türkiye küratörü olarak bir parçası olma keyfine eriştiğim WOW – Dünya Kadınları Festivali İstanbul[2]’un “Yaratıcı Alanda Eşitlik”[3] başlıklı kapanış panelinde raporun yazarı Itır Erhart tarafından paylaşıldı. Hem sunumları hem de seyirci katkılarıyla epey hareketli geçen panelin yayını yakında paylaşılacak ama bir ‘erkek’ seyircimizin raporun çıktılarını büyük bir özgüvenle sorgulayarak yansıtılan durumun vehametini ‘abartı’ olarak tanımladığını söyleyebilirim. Aslına bakarsanız beni de harekete geçiren işte hep bu abartıları yapan tarafta yer alıyor olmam. Ne mutluyum ki 2017 yılından beri sürdürdüğüm WOW İstanbul yolculuğumda yollarımın kesiştiği birbirinden farklı yaş, kimlik, sosyo-ekonomik durum ve yönelimdeki kadınların yaratıcı üretimlerini ve hikâyelerini paylaşma cesaretlerine tanık olmak beni değiştirdi. Bu sene ilk kez yüzyüze yapabildiğimiz festivalde 5Harfli Sesler panelinde dinlediğim Ahu Öztürk’ün ‘Yazma Utancı’ başlıklı konuşması ise beni kendi sınırlandırmalarım ve korkularımla yüzleştirdi.

İKSV Kültür Politikaları Çalışmaları departmanının kurucu direktörlüğünü üstlenen ve WOW İstanbul Danışma Kurulu üyesi şapkasıyla festivale büyük emek veren Özlem Ece’nin giriş yazısında belirttiği gibi, alandaki 50. yılını kutlayan ve yaratıcı ekosistemimizin mimarı olan İKSV’nin bu raporu, Birleşmiş Milletler’in dünyada bir kadınlar günü ilan etmesinin 45. yılı olan 2022’de yayımlıyor olması oldukça anlamlı. Tiyatro, sinema ve müzik alanına odaklanarak sanatçı ve sanat profesyonelleriyle derinlemesine görüşme, anket ve odak grup çalışmaları yapılarak hazırlanan rapor, “Türkiye’de yaratıcı sektörlerin nasıl daha eşit, demokratik ve kapsayıcı hale gelebileceğini, İstanbul’un kültür sanat profesyonelleriyle birlikte düşünmeye” çağırıyor. Ben de bu çağrıya uyarak bu yazıyla kişisel bir düşünme yolculuğuna çıkmak istiyorum izninizle. Eminim rapor hakkında akademik değerlendirmeler yapılacak, toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmaları kapsamında incelemeler gerçekleşecektir. Benim amacım raporun konu edindiği alan profesyonellerinden biri, raporun öznesi olarak bu araştırmanın düşündürdüklerini ‘yeni edinilmiş’ cesaretimle paylaşabilmek.

İsterseniz öncelikle araştırmanın derinlemesine görüşmelerine katkı veren 18 kadın profesyonelin Türkiye’de kadın olmayı tanımlama şekillerine bakarak başlayalım: “dışlanma”, “ayrıştırılma”, “erkek diline, egemenliğine, tahakkümüne maruz bırakılma”, “sokakta rahat yürüyememe”, “ciddiye alınmama”, “erkeklerden daha çok çalışmak zorunda kalma”, “susturulma”, “cinsel hayatını saklama baskısını hissetme” ve “biteviye bir mücadele içinde olma””.[4] Tanıdık geliyor mu bu dillendirmeler size de? Hepsini art arda sıralanmış okuyunca sizin de kalbiniz sıkışıyor mu?

Erhart’ın Giriş yazısında Butler’dan yaptığı alıntıyı da okuyalım:

“Kadınlara ve erkeklere biçilen roller, değerler, davranış biçimleri, doğal farklılıklara vurgu yapan bir söylem ile güçlenir, içselleştirilir. Bu söylem kız çocuğunu ve kadını kırılgan, anaç, narin, pasif, zarif, evcimen, sadık, duygularıyla hareket eden cins olarak kurgular (Butler, 1989).”[5]

Son yirmi yıla yayılan kişisel meslek hayatımda, birbirinden çok farklı yönetim modelleri ve yapılarına sahip sanat oluşumlarında çalışma tecrübemde, genelde heteroseksüel erkek olan en üst yönetim kademeleriyle kurduğum iletişimde ağırlıklı olarak öğrenme süreci hiç bitmediği için bir türlü yaş alamayan sadık ve müteşekkir bir kız çocuğu kimliğini üstüme geçirdiğimi görüyorum. Çalıştığım pozisyona, bulunduğum konuma adeta sahip olduğum bilgi, deneyim ve beceriyle değil de bir şans ve bahşedilmeyle gelmişim duygusuyla minnetle şükrettiğimle yüzleşiyorum. Alandaki ilk on yılımda sürdürdüğüm sigortasız, maaşsız ve güvencesiz çalışma döneminde asıl bana inananlar mesleğimdeki tutkuma saygı duyan ve bunu gerçekleştirebilmem için tüm şefkat ve maddi olanaklarıyla beni koşulsuz destekleyen başta biricik annem Günseli Aysun olmak üzere ailem iken sürekli bana tanınan fırsatlar için alana ve ustalarıma minnettar hissederek aslen ne yapsam yetemediğimi, hiç tam olmadığımı düşünerek çalışmış olmam neden? Nispeten eşitlikçi alanımızın biz kadınların toplumsal gerçeklik kabullerimizden ve ne olursa olsun bu alanda kalabilme gayret ve mücadelemizden, alandaki duygusal tatmin duygumuzdan faydalanarak bizi yıllarca yaş almayan kız çocukları olarak ailemizden göreceğimiz desteklere tabi bırakarak devraldıkları bu fasit sistemi sürekli kılan ve bizleri adeta akıntıya karşı kürek mahkumları haline getiren gene o eril yapı değil mi? Hep erkekler kulübünün dış çeperinde hissetmemizin nedeni gene hep o kulübü oluşturanlar ve devam ettirenler değil mi?

Erhart, kadınlığı şu cümlelerle açıyor “ana akımdan dışlanmış, çemberin dışında mücadele veren bir birey olma hissi; bununla birlikte kendini, içinde bulunduğu sosyal çevre içinde sürekli koruma ve ispat etme ihtiyacıyla ilişkilendiriliyor. Bu ihtiyaç sebebiyle de özgürce kendi olamama, kendi gibi davranamama durumu ve sürekli, kalkanlar ve savunma mekanizmaları geliştirme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Simone de Beauvoir’in kadını “İkinci Cinsiyet”, kadınlığı “Başkalık” olarak tanımladığı kitabına (2019) gönderme yapar biçimde, heteroseksüel erkek olmamak, “aslolanın alternatifi olmak”, “yardımcı olmak”, “destek olmak”, “ikincil olmak” gibi ifadelerle tarif ediliyor.”[6]

İşte tam da bu. Alanda yüzleşmemiz gereken gerçek, ağırlıklı olarak heteroseksüel bir erkek olmayarak bize uygun görülen konforlu ve eşitlikçi gözüken ikinci halkada kalmaya mahkum edilmiş olmamız.

Raporun bence en çarpıcı başka bir tespiti, “çalıştıkları sektörde kadın olmanın kariyerlerine olumsuz etkisi” olduğunu belirtenlerin oranı %53 iken soru farklı bir şekilde kurgulanarak çalıştıkları sektörde erkek olmadıkları için dezavantaj yaşayıp yaşamadıkları sorulduğunda, evet cevap oranının %63’e çıkıyor olması. Bu, yaşadığımız dezavantajları bile dillendirmeyecek kadar içselleştirdiğimizi göstermiyor mu sizce de?

2016’da, British Council olarak gerçekleştirdiğimiz “Kültürde Kadın Gücü” araştırması, iş gücünün yarıdan fazlasının kadın olduğu bilinen kültür-sanat sektöründeki kadın profesyonellerin ve yöneticilerin ihtiyaç ve isteklerini ortaya çıkartmayı amaçlıyordu.[7] En şaşırtıcı sonuç, uzun çalışma saatleri, düşük maaş, güvencesizlik, destek mekanizmalarının eksikliği gibi tüm olumsuzluklarına rağmen alanın yüzde 70’i kadar büyük bir parçasını oluşturan kadın kültür profesyonellerinde diğer sektörlerde gözlemlenmeyen %80-90’lara varan oranda, “hayallerindeki işte çalışmak, üretkenlik, yaratıcılık, entelektüel tatmin ve sosyal fayda” olarak dile getirilen bir mesleki tatmin ve mutluluk olması idi![8] Bu veriyle ilk karşılaştığımda, istediğimiz işlerde çalıştığımız için müthiş bir gurur duyarken bir yandan da değiştiremeyeceğimize inandığımız makus kaderimizi sorgusuz kabul edip alanın sürdürülebilirliği için ‘gıkımızı’ çıkarmadan azimle çalıştığımızı düşünerek müthiş bir hüzne kapıldım. Yurtdışında sürdürdüğüm yüksek lisans programından yaz için eve döndüğümde, boş kalmamak için çalıştığım konser organizasyon şirketi etkinlik sonrasında batınca, iki aylık çalışmamın karşılığını alamamam bir yana, benimle çalışan rehberlerin parasını da, aracı olmaktan dolayı müthiş bir utanç duyarak anneme ödettiğimi düşündükçe güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum! Ah benim sektöre sonsuz destek olan biricik anneciğim! Ödenmeyen sigortalar, alınamayan maaşlar, yapılamayan birikimlerle geçen heyecan ve macera dolu renkli meslek tecrübeleri ve merhaba orta yaş! Annem artık sektörün başarısızlıklarını kapatamıyor, ben de son on yıldır risk alamıyorum. Ancak eğer 2000 başında değil de 2020’lerde alana yeni adım atan bir profesyonel olsa idim, British Council araştırması sonuç önerilerinde vurguladığımız gibi düşük ücret problemi iyileştirilmediği sürece mesleğimde tutunma ısrarım mümkün olamazdı. Kültür ve sanat alanının kapsayıcılığını tehlikeye atan en endişe verici gelişmelerden biri de bu şartlar altında, çalışan ve üretenler arasındaki farklılıkların ve çeşitliliklerin kaybolmaya mahkum olması.

Özet olarak, iki araştırmanın temel bulgularının birbirleriyle oldukça örtüştüğünü söyleyebilirim. 2016 sonuçları, kadın ve erkek profesyonellerin iş deneyimleri ve kariyer beklentileri arasındaki farklara işaret ederek yüksek sayıda kadın çalışanı olan yenilikçi bir sektör olarak görülen alanımızda, eşitsizliğin özellikle “işe alım, terfi, kariyer gelişimi ve ücret gibi konularda” görünür olduğunu ve kıdemli yöneticilerin sektörü daha eşitlikçi algıladığını ortaya koymuştu. Kendimizi hep eşit hissettiğimiz yanılgısıyla yıllarımızı adadığımız alanımızdaki görünür eşitsizlik gerçekten de çarpıcıydı:

“Cinsiyet ayrımcılığı deneyimleri arasında (erkek çalışma arkadaşlarına göre) daha az ücret almak, yetersizmiş muamelesi görmek, daha az desteklenmek, soyutlanmış hissetmek, taciz edilmek, yeterli inisiyatifin verilmemesi ya da terfi alamamak vb. sayılabilir.”[9]

2016’dan 2022’ye benzer verileri yine, yeniden okuyor olmak beni gene o hüzünle sarsmış olsa da, Erhart çok daha kapsamlı bir irdelemeyle aslında hem bu eşitlik yanılgısına hem de kaçınılamayan tekrara ışık tutuyor. İKSV anketine katılan her 10 kadından 7’sinin çalıştıkları sektörde kadınların kendi aralarında eşit olmadığını düşünmesi ve bu eşitsizlik sebepleri sıralamasında ilk üçte mesleki hiyerarşi (%72), sosyo-ekonomik eşitsizlik (%52) ve fiziksel özelliklerin (%51) gelmesi bize yönetici ve karar verici pozisyonlardaki kadınların daha çok değişime sebep olması gerektiğini gösteriyor. İş dünyasında olduğu gibi sanat dünyasında da cam tavanı geçen kadın yöneticilerin, öncelikle kendi kurumlarını bir cinsiyet eşitliği merceğinden geçirerek analiz etmeleri ve olası bir eşitlik uçurumu konusunda gereken değişim adımlarını atmaları gerektiği apaçık ortada. İş gene mi bize, kadınlara düşüyor diyeceksiniz ama bizler kendi aile ortamımızdan daha çok zamanımızı ve hayatımızı adadığımız profesyonel ortamlarımızda bu etik değerimizi savunamazsak emeğimizi nasıl sahiplenebiliriz ki? Başarı hikayelerini paylaşarak örnek olma dönemi geçmedi mi sizce de? Bu ayrıştırıcı ‘ben başardım, çalış sen de başar’ hikayesi yerine artık ‘ben başarırken benden sonra gelecekler için neyi değiştirebildim?’ sorusunun cevabını vererek birlikte neleri değiştirebileceğimizi konuşma zamanı.

İKSV raporunda, alanımızda cinsiyete dayalı ayrımcılık yaşayanların oranı %52 iken taciz ve mobbing yaşayanların oranı %58 olarak belirtiliyor. Bu vahim tablonun tek olumlu göstergesi ise %62 kadar yüksek bir oranda anket katılımcısının böyle bir durum karşısında ne yapmaları gerektiğini ifade ederek direkt yargıya gitmek yerine öncelikle alandaki kadınların oluşturduğu dayanışma örgütlerine başvuracaklarını söylemeleri.

Sahadan Hikâyeler bölümlerini ise detaylı olarak okumanızı, örnek vakaları titizlikle incelemenizi öneriyorum. Kültür kurumlarımızdaki insan kaynakları departmanlarının bu tip vakaları ele alabilecek donanımları olup olmadığını biliyor muyuz? Alanımızdaki vakaları bizler ne kadar takip ediyoruz. Kendi ya da yakınımızın başına gelmedikçe ilgilenmeyecek miyiz? #Susmabitsin demeyecek miyiz?

Cinsiyet ayrımcılığına yer olmayan daha eşit bir kültür-sanat ekosistemi yaratmak için ankete cevap veren katılımcıların önerilerinin ilk üçü ise kuşkusuz hepimizin hemfikir olacağı gibi; yasal düzenlemeler, eğitim müfredatında toplumsal cinsiyet eşitliğine yer verilmesi gibi geniş çeperli -zaten çoktan olması gereken- uygulamalar ve ne mutlu ki kadınlar arasında daha çok olması gereken örgütlenme isteği. En az bahsi geçen öneri ise pozitif ayrımcılık. Gerçekten de bir türlü tam olarak benimseyemedik bu pozitif ayrımcılığı değil mi? Raporda da belirtildiği gibi kadın profesyonellerin arasında aslen kota uygulamalarından “lütfetme”, “değersizleştirme”, “üstten bakma” gibi çağrışımları nedeniyle rahatsızlık duyanlar ve toplantılarda ilk sözün kadına verilmesi gibi yaklaşımlardan dolayı pozitif ayrımcılığı, insanların cinsiyetlerine indirgenmesi olarak sorunlu görenler var. Yıllarca benim de düşüncelerimdi bunlar, ancak şu an bu rahatsızlıkları aslen içerisine doğduğumuz ‘matrix’in varlığını itiraf etmenin getireceği ağırlıktan kaçış olarak görüyorum. Bugün biz şanslı bir birey olarak eşitlik ayrıcalığını yaşıyor olsak bile varolan sistematik eşitsizlikleri kabul edip herkes için bu mücadeleyi görünür kılmakla yükümlü olduğumuzu düşünüyorum.

Çuvaldızı kendime batırarak beyan ediyorum. Ben profesyonel hayatım boyunca kendimi çok daha görünür olarak tecrübe edilen çeşitli ayrımcılıklardan –LGBTİ+ olmak, derin yoksulluk, etnik ya da dini farklılıklar- muaf sandığımı kabul ediyorum. “Değişemez toplumsal gerçekliğimiz” olarak kabul ettiğim toplumsal cinsiyet eşitsizliği içerisindeki varoluşumu mesleki hayatım mevzu bahis olunca sanki büyülü bir kapıdan geçmişim gibi “sanat tarafından kutsanmış pembe bir eşitlik” dünyasına adım attığımı varsaydığımı şimdi algılıyorum. Ve sonuç olarak da maruz kaldığım ve önemsemekten utandığım çeşitli ayrımcılıkları şanslı konumumdan dolayı görmezden gelerek, bir şekilde bu ayrımcılıkların sürekliliğine katkıda bulunmuş olduğumu kabul ediyorum.

Ne mutlu ki bana, Erhart’ın sonuç ve öneriler bölümünde sıraladığı festivaller başlığında yer alan “kadın sanat üreticilerinin eşit temsilini ve katılımını gözeten çalışma, gösteri ve sergi alanları geliştirmek, içerik ve katılımcı çeşitliliğini artıracak, dezavantajlı grupların katılımının önündeki engelleri aşacak çalışmalar yürütmek” maddelerini birebir hayata geçiren WOW – Dünya Kadınları Festivali İstanbul ile dolan bir mesleki tecrübem oldu. Ben, başkalarının hikâyelerini dinleme sabrını ediniyorum ve alandaki cis heteroseksüel erkek meslektaşlarımdan da dileğim, içerisine doğdukları ayrıcalıkları kabul edip elde ettikleri mesleki başarılarında heteroseksüel erkek olmayan meslektaşlarına kıyasla birçok avantajla, farkına bile varamadıkları destek mekanizmalarıyla çevrili olduklarının farkına varmaları. Kendilerini rahat hissettikleri maskülen suları bırakmalarını, cinsiyetçi dilden, önyargıdan uzak durmalarını, her farklı görüş bildirmek için sesini çıkaran kadın meslektaşlarına “amma abarttın”, “sizin de bitmedi şu mücadeleniz”, “gene mi feminizm, ne alakası var kadın ya da erkek olmakla”, “cinsiyet ayrımcılığı yapma!”, “sanatın cinsiyeti olmaz, başaran başarıyor işte, yapsalarmış, etselermiş” gibi kolay cümlelere sığınarak savunmaya geçmemelerini, başkalarının hikâyelerini dinleyebilme sabrını edinmelerini istiyorum.

Kendimden ve kızkardeşlerimden dileğim ise kültür ve sanat alanında erkek olmayan profesyoneller olarak varolduğumuzu kabul edip bunu açık yüreklilikle dile getirebilme cesaretiyle devam edebilmek ve değişim inancıyla bir arada çalışabilmek. Ve en önemlisi de, ne olur artık bu toprakların sunduğu sonsuz erklik networkleri ile yıllarca bizleri “yaşsız kız çocukları” kendilerini ise “daimi hoca” ilan edenleri hak etmedikleri tahtlarından indirelim artık! Mücadeleyi sadece görünür olan taciz, saldırı ya da eşitsizlikler için değil, örümcek ağı gibi etrafımızı sarmış olan o “köhne” değişmezlikleri değiştirerek verelim. Daha çok konuşalım, daha çok yazalım, burdayız ve birlikteyiz diyelim. İnanın birlikte her şey daha güzel.

*Bu yazı 23 Mayıs 2022 tarihinde argonatlar.com’ da yayımlanmıştır.


[1] Bu konu için ilk ve son baskısı Mart 2014 tarihinde Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılan Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar kitabımın giriş yazısı olan “Güncel Bir Mesele: Sanat Yönetimi”ne bakabilirsiniz. Aynı metin esraaysun.org adresinde açık kaynak olarak da paylaşılmıştır.

[2] Kadınları ve kız çocuklarını destekleyerek, onların karşılaştıkları güçlükleri ve daha eşit bir dünya için getirdikleri çözümleri görünür kılan WOW Dünya Kadınlar Festivali, WOW – Dünya Kadınlar Vakfı ve British Council ortaklığında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi desteği ile İstanbul’da ilk defa bu yıl fiziksel olarak İstanbul’un kültür mirası ve yeni yaşam alanı Müze Gazhane’de 19-20 Mart 2022’de gerçekleşti.
Kültür ve sanat alanını, yeni diyaloglar ve iş birlikleri yaratmak için sivil toplumla buluşturan festival; müzik, performans, sohbetler ve atölyeler yoluyla farklı alanlardan karşılaşmalara fırsat vererek, kadınların hikâyelerini ve seslerini paylaşan eşsiz bir platform sundu.
Birleşik Krallık’tan ve Türkiye’den katılan toplam 196 sanatçı, konuşmacı, atölye lideri ve 33 sivil toplum kuruluşu ile programlanan WOW İstanbul, sanat izleyicisini festivalin bir katılımcısı yaparak kültürel ve yaratıcı ifadelerin, güvenli, kucaklayıcı ve kapsayıcı bir platformda paylaşılmasını sağlayarak birbirine ilham olmak için #birlikteyiz diyen kadınların değişime ve eşitliğe olan inancını yansıttı.

[3] 19-20 Mart 2022’de Müze Gazhane’de gerçekleştirilen festivalin yayınları da bu sene içerisinde wowistanbul.org adresinde ve British Council YouTube hesaplarında erişilebilir olacak.

[4] https://www.iksv.org/i/assets//iksv/documents/kultur_politikalari_rapor10.pdf, s.8.

[5] https://www.iksv.org/i/assets//iksv/documents/kultur_politikalari_rapor10.pdf, s.17.

[6] https://www.iksv.org/i/assets//iksv/documents/kultur_politikalari_rapor10.pdf, s.29.

[7] Kültür’de Kadın Gücü Raporu’nu okumak için: https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/womens_power_in_culture.pdf

[8] https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/womens_power_in_culture.pdf, s.12.

[9] https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/womens_power_in_culture.pdf, s.19.

Annulment of the Istanbul Convention

As the world faced with the first-time global epidemic of the 21st century, we also witnessed the immediate affects of the acceleration of the long-warned climate crisis, the continuous tragedy of migration and that the political and social growth of right-wing conservatism reach a climax. As in every crisis, some groups experience the impact more intensely. Though it was only in 2020 that the 25th anniversary of the Beijing Declaration and Platform for Action where the member states of the United Nations had declared their commitments to ‘advance the goals of equality, development and peace for all women everywhere in the interest of all humanity’, was celebrated globally, it is apparent that the necessity of a global struggle for equal rights remain indispensable as  gender equality is the number five item of the ‘Sustainable Development Goals’.

And most recently, the Global Gender Gap Report 2021 Index of the World Economic Forum has revealed the ugly truth, that gender parity will not be attained for another 135.6 years with a substantially increased gap from the 99.5 years of 2020. It seems that the pandemic did its deed, and now the struggle for gender equality is needed more than ever.

Hence, it did not come as a surprise to us in Turkey when we woke up to a Saturday morning on 20 March 2021[1], a few weeks after 8 March 2021, to read that Turkey’s president had issued a decree annulling Turkey’s ratification of the Istanbul Agreement – the Council of Europe Convention on preventing and combating violence against women and domestic violence; though it was the first country to ratify it in 2012.

The lobbying of the expected withdrawal of Turkey had been going on for years on the grounds that the convention encourages divorce by supporting women to join the labour force denying their motherhood or promoting “immoral lifestyles” with acknowledgement of partnership of the unmarried and the existence of LGBT. We know that there are many countries who still did not sign or ratify. We hear many other governments claim that their local and national laws will protect women better than the international treaties; that definitions of sexual orientation and gender identity are not right; that emancipation of women will disrupt the traditional values, the patriarchy.

It was not long before though that the women NGOs called for all to join protests country wide. Many women and men came together to show their outrage and refusal to accept this decision. EŞİK Platform, a coalition of 300 different NGOs, unified few years ago to support the Istanbul Convention, announced their work is not over. We Will Stop Femicide Platform keeps growing by many lawyers, activists, volunteers supporting all those in need where the judicial system fails.

Despite the claims of the bureaucrats that the Turkish society wants to hang on to its traditional values, the research and surveys prove otherwise. The Konda report reveals that 90 percent of society is against marriages before age of 18; only 35 per cent knows what the Istanbul Convention really means but 84 percent of those who do is in favour. We are blessed with a young population who cares to live in peace and harmony.

Turkey’s constitution says international agreements have the force of law. So, what happens with this annulment will be a milestone. It is no coincidence that women and all LGBT are put under spot everywhere as all the civil rights activists and politicians who still struggle for equality and democracy. I now believe that uniting of women will emancipate all civil society from all kinds of oppression. We have hope as we are together as women of the world and not alone. WOW Istanbul Festival will continue to provide a platform for this global solidarity.


[1] https://www.coe.int/en/web/commissioner/-/turkey-s-announced-withdrawal-from-the-istanbul-convention-endangers-women-s-rights

WOW Istanbul

We apparently are living an era of post truth within the realm of the ‘new normal’ and I feel blessed that my professional life has – as before –  been my sole safe space and my savior securing my sanity and resilience in this ongoing period of darkness. As I started my journey to initiate the first edition of WOW – Women of the World Festival Istanbul 2021[i] first as Head of Arts Turkey at the British Council in 2017 and then as the Turkey curator of the festival as of 2019, I had but little idea of the extent of the change we would be going through. And now, after giving life to this living creative digital content it feels timely to share a few insights and thoughts about this uniquely exhilarating experience.

To provide some background, Women of the World movement was founded by Jude Kelly in 2010, when the first WOW festival took place at Southbank Centre in London, UK. Since then, WOW Festivals ‘celebrating women and girls, and taking a frank look at the obstacles they face, have taken place across the globe, staging over 65 festivals and events across six continents, reaching more than two million people.’ As one of the global partners, British Council has brought together the WOW Foundation and the Sabancı Foundation in Turkey to run the first Women of the World Festival Istanbul on 5-6-7 March 2021, in celebration of International Women’s Day.

Following the Turkey input to WOWGlobal24 that the WOW Foundation has initiated as the first global, open access festival of 24 hours, the first edition of the festival took place on the digital realm of www.wowistanbul.org due to the Covid-19, achieving a viewership number surpassing one million in a month reaching out to 81 cities in Turkey and eight other countries including UK, Australia, and Germany. 126 individuals – artists, NGO leaders and creative professionals – and 30 NGOs took part in these 3 days long 14 hours of broadcasting of the festival. Majority being from Istanbul, festival stakeholders joined from Ankara, İzmir, Bursa and Diyarbakir and NGOs from İzmir, İstanbul, Hakkari, Eskişehir, Nevşehir and Afyonkarahisar. WOW Istanbul platform reached out to both Turkish and English speaking audiences and with the supervision of Erişilebilir Herşey initiative, audiences using sign language were also able to join the festival, including women with disabilities to discussions and talks challenging audiences with questions of accessibility.

Another inclusiveness that the WOW Istanbul platform has provided has been the uniqueness of bringing together the arts and culture sector with civil society to create new dialogues and collaborations, relying on the power of the arts to create empathy for reflection and dialogue.  Despite the political tensions on gender equality and the heated discussions around the Istanbul Convention and the growing conservatism, we were able to engage and reflect the diversity in the country by hosting Armenian, Kurdish, Syrian, queer, and feminist Muslim participants and NGOs. Young and ageless women discussed and performed for a gender equal society. WOW Istanbul has simply become our call of action to women to be together and listen to “others” in this fragmented society. Audiences heard and still can hear from both leading and non-celebrity voices on gender equality and watch many inspiring performances of music and dance from Turkey and the UK.

This has been possible with the collective power of some number of amazing women who have committed their professional life to gender equality work and civil rights. Ayşegül Bayar, Sabancı Foundation Programme Coordinator became team’s youngest but most resilient and dynamic voice whereas each member of the advisory board I had the honour to work with – Asena Günal (Anadolu Kültür), Aslı İkizoğlu Erensü (Sabancı University), İpek Bozkurt (We Will Stop Femicide Platform), Özlem Ece (İKSV), Rümeysa Çamdereli (Havle) and Ülker Uncu (BGST) provided network, insight and hope. I must also mention Ayşegül Turfan of Pozitif as our festival’s acclaimed producer pushing us forward with her energetic and young team who committed their time and work as well as faith during the most despairing times of the pandemic.

The Environment

However, pandemic was not the only obstacle ahead of WOW Istanbul. Programming a festival of celebration within a political hot zone with the claim of inclusivity in this chaotic city of 15 million who make nearly twenty percent of Turkey’s population – half being registered as women-  have been the first and perhaps the most critical challenge. According to the 2020 Women’s Labor Report of the Public Services Employees Union of Turkey (Genel-İş), only three of ten women in Turkey is in work force reflecting the lowest percentage among the OECD countries. Sadly, 40 percent of those in employment is unregistered.[1] However, it is a well-known fact that among this unregistered employment is the case of house workers – traditionally phrased as the cleaning ladies  – women who generate livelihood for their families and still not recognized within the workforce. [2]  Likewise, the undocumented domestic labors of what we call as ‘housewives’  taking care of children and elderly care that the government fails to provide. And according to the Turkish Statistical Institute’s data, labor force participation rate of women in Istanbul is 37.6 reflecting a high potential of growth.

Yet how can anyone singularly identify all those who identify as women in such a chaotic metropolitan city as Istanbul? Percentage of the total population born in Istanbul being only 15 with rest holding on to their homelands in 80 other cities of Turkey as well as other countries reflect the complex pot of diverse cultures of dwellers. The universally glorified creative hub of the European Capital of Culture for 2010 has suffered through an on-going outbound and inbound migration.  More than five hundred thousand Syrians are the most vulnerable to the chaotic tensions of the city in distress.[3]  Yet, Istanbul can barely be stated to be a melting pot for all these diversities. Just as in the Byzantine and the Ottoman times, city provides shelter to those only in neighborhoods that are safe to their specific communities keeping her legacy of fragmented societies.

On top of this disintegration, much before the pandemic, we had already been living the days of social unrest, economic downturn, and a complete political turmoil, where the civil society has been and is still at stake with the depriving democratic rights and the accelerating intolerance to diversity. The threats on already fragile communities of LGBTI were formally defined with the banning of any public activities of the LGBTI communities starting in 2016 and these sanctions still continue with brutal police attacks on pride walks[4]. Turkey’s gender gap placed it 131st of 144 countries according to the 2017 Global Gender Gap Index of the World Economic Forum and is now even further down at 134th among 156 in 2021.  The timeline of the Ministry of Women, which was established in 1990 in solidarity with the women NGOs, being first converted to Ministry of Family, Social and Employment in 2011 and then to Ministry of Family and Social Services in 2021 also reflects the change in government’s perception of women rights movement as well as the LGBTI. Steady increase in the annual average of 400 reported women killings according to the database of the We Will Stop Femicide Platform[5] is a proof that women are still fighting for survival and right to live. We in Turkey, as in the other geographies have seen how the progressive rhetoric on women’s rights and gender equality have shifted to conservatism embedded in what Prof. Deniz Kandiyotti defines as restored masculinity.

However, despite the gloomy picturesque, Turkey has a great legacy of strong women NGOs, which have been working so effectively for women rights and empowerment for long years. Though only 100 out of 25,000 registered associations in Istanbul have gender equality activism in their bylaws, we are currently witnessing a new generation of hybrid NGOs and platforms of women –finding all possible means to endeavour for gender equality.  The new breed of voices now feels much more engaged and open to explore ways of dialogue and collaboration despite their political, ethnic or religious differences. In addition, there is an increasing number of art collectives and women from creative sectors that use art as a means of raising awareness on social issues. These initiatives have faith in change and in equality and they nurture hope.

And now with the age of digital has brought forth the success of the digital activism of global suffrage campaigns as #MeToo and Las Tesis extending the impact to all, reaching out to sisterhood beyond borders. Hence, within this severe autocratic climate of our locality, the 2nd generation of feminists in Turkey has been joined by the inspirational resilience of a much more perhaps less defined, fluid and impromptu activists of a new age of cis, non-binary and queer individuals and feminists who were de-localised and vigilant to global movements and dynamics. Two recent incidents have sparked a new approach to much demoralizing discussions on gender equality. The much-talked global black and white challenge last year started in Turkey following the brutal killing of a young woman, Pınar Gültekin[6] showing how a life lost initiated an amazing solidarity among the women of the world.  In June 2020, a woman simply twitted “my husband can work if he wants to” and following this, Gaye Su Akyol, an inspiring musician with high follower numbers and a dedicated fan base created “#menshouldknowtheirplace” thread; both reversing the often-heard misogynistic proverbs, initiating a Twitter flood engaging countless women and men using much clever and humorous statements highlighting the deep rooted sexist rhetoric that women face every day. We are now discussing cyberfeminism and the internet as a new public sphere for women with its benefits as well as limitations. As Gülüm Şener states in her working paper, Digital Feminist Activism in Turkey, “Women are not only combatting patriarchy offline but also online, using various tools and techniques. Digital feminist tactics comprise of hashtag campaigns, disclosure of sexual harassment or abuse on social media, agenda-setting, online feminist call-out culture, video activism, digital archiving, data activism, etc.”[7]

Today and tomorrow               

As I contemplate to my nearly two decades spent as a devoted professional of arts and culture in Istanbul, I see that I have rarely benefited from an environment at ease. I, as many of my peers have spent years working within a weak local infrastructure where the cultural scene functions in a dichotomy of the state’s conservative cultural policy reshaping states’ arts institutions into bespoke showcases of government’s political agenda – a new definition of fierce nationalism that also embeds religion as the sole cultural identity – and increasingly corporatized group of contemporary arts institutions of the philanthropic elites of Turkish Republic’s first conglomerates. I have though witnessed and been blessed with the strength and the resilience of the civil society and the artistic scene to innovate solutions of sustainability in such an unpredictable and fragile surrounding. The new generation of entrepreneur actors today can speak of innovation and strategy thanks to this unreciprocated commitment of many generations before.

I now see that this ongoing effort of survival in a way had drained my energy and focus to sustainability not leaving a space to focus on the gender equality discussions in the arts except LGBTI activism. My awareness fully occurred with the results of British Council’s commissioned research Women Power in Culture, which examined the profile, current roles, and influence of women leaders in the creative sectors in Turkey.[ii] The research, though confined with a limited number of  in depth interviews, a focus group study and online survey done with a selected number of arts and culture professionals (excluding artists), supported the unofficial truth that those who identify themselves as women form as high as 70 percent of the work force in the creative sectors in Turkey. Furthermore, the findings also revealed that 80 to 90 percent of these are satisfied with their professions even though income is insufficient for a 66 percent, necessitating a 53 percent to rely on their parents and a 39 percent on their spouses/partners for livelihood[8]. I was truly amazed to see our resilience despite the failings of the arts and culture sector in Turkey and at the same time felt very troubled with the ongoing silence to speak forth with our gender identity.

Turkey is blessed with the strength of its much-appreciated women artists, writers, actors, simply creatives who have inspired and given voice to new generations. Turkey’s pioneering contemporary female artists produced work commenting on gender inequality, women’s objectification, and their struggle in society since the late 1960s.[9] There have been ground-breaking film festivals carrying the torch of feminism and gender equality. Yet, what about the voices of those professionals who programmed, produced, and communicated these artistic events? Can we claim that the high level of professional satisfaction has become a barrier for these professionals to embed their voices and visibility within the work itself and cause them to stay behind the curtains? Perhaps they thought that their nameless commitment and strength making the show go on was enough but what if it was not ?  Or even worse, what if our much beloved creative bubble itself was also suffering from the effects of gender inequality and we, as others were also hesitant to speak up? To get some insights on this, I would urge you to listen to the very first episode of the Festival Arena, the radio show on Açık Radio, which I had the pleasure to programme and present for six months as the pre-programme of the WOW Istanbul.

As UNESCO’s 2021 special edition report on the state of gender equality in the cultural and creative sectors, Gender and Creativity: Progress on the precipice state, “the transformative power of cultural and creative expressions, …, at their best, cultural and creative industries produce and present narratives, perspectives and visions of the world that demonstrate and embody freedom, collective action, equality, development and justice.”[10] I follow the words of Ernesto Ottone R. Assistant Director-General for Culture, UNESCO in the foreword:

“Despite recent progress in promoting gender equality in the cultural and creative industries, as well as the renewed attention generated by the both the pandemic and the #MeToo movement, much work remains if we are to achieve gender equality in this sector. Impediments to gender equality in the cultural and creative sectors are numerous, and include unequal access to decent employment, fair remuneration, and leadership positions, as well as barriers to seniority. Opportunities for women to participate fully in the cultural sectors and benefit from the creative economy, notably in the digital environment, require increased support. Gender equality is fundamental to ensuring a genuine diversity of cultural content and equal opportunities in artistic work and cultural employment. It is high time that the culture sector grasps the extent of these inequalities and the structural issues that remain to be addressed. Culture and creativity are unfortunately not immune to gender inequality.”

As 2021 is celebrated as the International Year of Creative Economy for Sustainable Development, it is now alarming that achievement of gender equality, which is a major set stone for a truly inclusive and prosperous creative economy, lags. This should be an alarming act for us all and therefore I feel compelled to continue my work for gender equality rights. I’m grateful that WOW festivals do provide this creative platform to all inviting us all to share our stories to heal and create together.

Do visit the festival’s playlist at the British Council Turkey‘s You Tube channel. Please trust me when I say that you will be inspired hearing the stories of so many voices. To name but few, as Mandu Reid, leader of the UK Women’s Equality Party and Candidate for Mayor of London for 2021 speaks about her utopia of a feminist London, you will also be hearing from our acclaimed women’s rights activist Canan Güllü, remind us of all that Nezihe Muhiddin one of our most acclaimed Ottoman suffragettes petitioned to establish  “Women’s People Party” in the early Republic days. On the Big Ideas section each day, you’ll witness the journeys of some remarkably courageous women sharing their ground-breaking work. One of my favorites is Melis Cankara who started a design campaign for cancer survivors to have the right to access designs suitable for one breast only. Nor would I miss comedian and creator of The Guilty Feminist, Deborah Frances looking at the feminism of popular icons or watch celebrity chef’s Refika give us a recipe for a fusion desert while sharing her intimate story of growing up as a younger sister of an older brother.  You will also see that performances are a vital part of the festival, one not to miss is the talented kemane (kamancha) folk fiddle player Melisa Yıldırım playing  with the British-Bahraini trumpet player, Yazz Ahmed for a special concert. Are you overwhelmed? Just take ‘a deep breath with Ebru Atilla’ and let your body into the realms of her feminist yoga to keep enjoying the voices of the women of the world!


[1] https://tr.euronews.com/2020/03/07/8-mart-oncesi-turkiye-de-kad-n-emegi-raporu-her-10-kad-ndan-4-u-kay-t-d-s-cal-st-r-l-yor

[2] Please see the recent report of the House Workers’ Solidarity Association: http://www.evid-sen.org/2021/01/06/report-on-the-problems-faced-by-domestic-workers-during-the-pandemic-in-the-context-of-violations-of-the-right-to-work-and-other-rights/

[3] https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/

[4] https://m.bianet.org/english/lgbti/246448-being-an-lgbti-in-turkey-we-are-not-safe

[5] http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/

[6] https://en.wikipedia.org/wiki/Murder_of_P%C4%B1nar_G%C3%BCltekin

[7] https://www.lse.ac.uk/media-and-communications/assets/documents/research/working-paper-series/WP67.pdf

[8] https://www.britishcouncil.org.tr/en/programmes/arts/womenpowerinculture-research

[9] How Artists in Turkey Are Responding to Violence against Women – Artsy

[10] https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000375706


[i] Please read the story of WOW Istanbul in detail at https://www.britishcouncil.org.tr/en/programmes/arts/wow-istanbul

[ii] For the summary of the research findings please see https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/women_power_in_culture_eng.pdf

Festival Alanı’nda Festival Hikayeleri

Bu yazı 26 Ekim 2020’de Açık Radyo’da (95.0)  yayınlanan son programın deşifresidir. Festival Alanı Mayıs-Ekim 2020 tarihleri arasında, iki haftada bir Pazartesi günleri saat 14.00’de yayınlandı. 5-7 Mart 2021’de gerçekleşen WOW – Women of the World Festivali’nin (Dünya Kadınları Festivali) ön programı olarak kurgulanan, hazırlayıp sunduğum bu kısa programda 12 bölüm boyunca toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki iyi uygulamaların yaratıcı ve sivil toplum sektörlerinden öncü kadın profesyonellerle tartışıldığı kapsayıcı bir platform sunmayı hedefledi. Programın tüm kayıtlarına https://www.britishcouncil.org.tr/programmes/arts/wow-istanbul/acik-radio-programme ve https://acikradyo.com.tr/program/festival-alani adreslerinden ulaşabilirsiniz.

11 Mayıs’tan 26 Ekim’e kadar her iki haftada bir Pazartesi saat 14.00’de Festival Alanı’nda Açık Radyo’da yaratıcı sektörlerden ve sivil toplumdan iki profesyonelle toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine kısa sohbetler gerçekleştirdik. Festival Alanı, 2020 Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre toplumsal cinsiyet eşitliğine erişmemize en az 100 yıl olduğunun açıklandığı, her gün yeni bir felaket gündemi ile karşılaştığımız bu olağanüstü dönemde gerçekleşti.

Bu alanın bir festival alanı olmasının nedeni olan ve 2021 yılında British Council liderliğinde İstanbul’da düzenlenecek olan Women of the World[1] – Dünya Kadınları Festivali’nin renkli ve kapsayıcı sesini ilk kez Festival Alanı’na konuk olan, farklı alanlardan 24 kadın iletoplumsal cinsiyet eşitliği gündeminin dinmeyen tartışmalarına yer vererek duyurduk.

Festival Alanı’nın temel amacı yaratıcı alan profesyonellerinin toplumsal cinsiyet eşitliğindeki sözlerini daha duyulur kılmaktı, kültür ve sanat alanının da sivil toplumun önemli bir parçası olarak bu mücadelede yer aldığının biraz olsun altını çizmek. İşte bu yüzden programa kültür ve sanat alanındaki kadın gücünü konuşarak araştırmacı ve editor Ceren Yartan ve Arter İletişim Direktörü İlkay Baliç ile pandeminin bizi epey uzun süreli olarak evlere kapatmış olduğu gerçeği ile yüzleştiğimiz, tüm yaşam pratiklerimizi tekrar değerlendirmek zorunda kalırken, aynı gemide olmak söylemini de artık sorgulamaya başladığımız dönemde başladık.

Elbet de alanın hali hazırda yaşadığı zorlukların pandemi ile iyice çıkılmaz bir noktaya geldiğinden bolca bahsettik. “Kadın çalışan sayısının ağırlıkta ve eleştirel perspektifi ve yenilikçi düşünceyi içinde barındırması nedeniyle ilerici diyebileceğimiz bu alandaki toplumsal cinsiyet meselesini emek üzerinden” konuştuk. Kültür sanat bir yandan kadınlara yönelik yargılardan uzak ve eşit bir alan olmasına rağmen gene de kadın ve queer profesyonellerin bu kırılgan yapıda maruz kaldıkları işe alım, terfi, kariyer gelişimi konularındaki eşitsizlikleri vurguladık. Alandaki kadın çoğunluğunun çoğu zaman çok da paraya ihtiyacı olmayan, zevk için çalışan insanlar gibi görülmesinden ve hak arayışlarının durdurulmasına değindik. Ama bütün bu alandaki kendinden mevcut sorunların biz kadınlar tarafından sessizce göğüslenip ilerletildiği dönemin artık geride kaldığında ve daha talepkar, haklarımızı arayan, emeğimizin görünür olmasını dileyen taraf olduğumuz gerçeğinde uzlaştık.

Alandaki güç dengelerini konuşurken bir sonraki bölümde WOW Festivali İstanbul Danışma Kurulu Üyesi ve Anadolu Kültür Direktörü Asena Günal ve SES Eşitlik ve Dayanışma Derneği Kurucu direktörü Gülseren Onanç ile Politika, Liderlik ve Güç konuşarak devam ettik.

Pandemi döneminde dünyada en iyi yönetim becerisini gösteren ülkelerin liderlerinin hep kadın olduğu vurgusuna odaklandık. Gülseren Onanç’ın kumandan tipi liderlik olarak tanımladığı, özellikle muhafazakar, otoriter ve güçlü erkeklerin doğaya, kadına, cinsel eğilimi farklı olanlara, mültecilere, her türlü ötekine karşı sürdürmek istedikleri bir hakimiyeti yeni dönem kadın liderlerin yıkıp yıkmadığına baktık. Empati ve kapsayıcılıkla öne çıkan Merkel ve Arden gibi liderlerin fark yaratan politikaları ve uygulamaları ile gurur duyduk. Ancak Asena bize kadınların salt kadın oldukları için siyasette varolmalarının bize eşitlikçi bir politika sağlamadığını hatırlattı. Ama gene de son dönemde dünyadaki pandemi siyasetindeki iyi örneklerin hep kadın liderlerden geliyor olması gerçeği bize umut verdi. Türkiye’de ise özellikle sivil toplumdaki kadın liderliğinin güçlü bir kadın hareketinin oluşmasını olanaklı kılmış olmasını ve bu hareket ve örgütlenmenin farklı yönelim ve jenerasyonlarla sürüyor olmasını da kutladık.

Festival Alanı’nda odak konu ne olursa olsun herkesin değindiği gerçek, kadınların üzerindeki ev içi emek yükü oldu. Salgın dönemi bazılarımıza koruma sağlayan evlerin diğer yandan birçok kadın için şiddetin mekanı ve kaynağı olarak vurgulanması Festival Alanı’nda da sıklıkla dile getirildi. Deniz Kandiyotti’nin de çok etkileyici bir şekilde vurguladığı gibi “salgın, modern kadının yaşadığı illüzyonu yıktı geçti”.[2] Kadınların profesyonel hayatın yanısıra sorgusuzca direkt ya da başka kadınların emeklerine dayanarak üstlendikleri çocuk eğitimi, yaşlı bakımı, ev işleri gibi tüm sorumluluklarla dört duvar içerisine hapsolunca yüzleşmeleri şüphesiz bambaşka bir evre başlattı.

Pandemi döneminde cinsiyetler arası iş yükü eşitsizliklerinin de mekansal bir sembolü olan ev’i  WOW Festivali İstanbul Danışma Kurulu Üyesi ve Boğaziçi Gösteri Sanatları Organizasyon Direktörü Ülker Uncu ve Birleşmiş Milletler Kadın Birimi Program Yöneticisi Zeynep Aydemir Koyuncu ile masaya yatırdık. Dünya genelinde erkeklerin, ücretsiz ev ve bakım işlerine hayatları boyunca ortalama 4 yıl harcarken kadınların 10 yıl harcadığını duymak sarsıcı oldu. Pandemide artan ev içi şiddet vakalarının rakamlarının ağırlığından ancak iyileştirme metotlarını dinleyerek biraz olsun hafifledik. BM Kadın Birimi’nin hazırladığı, şiddete uğrayan bir kadının kendisini ve varsa çocuklarını nasıl güvende tutabileceğini anlatan ‘Güvenlik planım’ı ve de  okuma yazma bilmeyen ya da görme engelli kadınlar için oluşturulan ses kayıtlarını Zeynep’den dinlemek yüreğimize su serpti. BGST Tiyatro’nun Her Güne Bir Vaka ismi ile yayınladığı yedi farklı kadın hikayesini bu dönemde tiyatro yerine Youtube üzerinden izlediğimize, yaratıcılığın evlerde hapis kalmamasına sevinerek şükrettik.

Programın en dinamik bölümü sporun değiştirici gücünü Kızlar Sahada kurucusu Melis Abacıoğlu ve Trabzonspor Kulübü’nün Kurumsal İletişim ve Kültürel İşler Müdürü Sevecen Tunç ile konuştuğumuz program oldu. Sporla büyüyen ve sporu hayatlarının merkezine almış olan bu iki genç kadından futbolu bambaşka bir bakış açısı ile dinledik. Melis bize kız çocukları ve kadınlara yapamazsın diye kodlanan toplumsal cinsiyet yargılarını futbol sahasında kıran proje olarak tanımlanan Kızlar Sahada’yı anlattı. Ve kendini Homo Ludens, yani oyun oynayan insan olarak ifade eden Sevecen’in cümleleri ise hafızalarımıza kazındı:“Yani bir kere spor dünyası ataerkil yapıyı meşrulaştıran bir dünya diyoruz ya bileşenlerine baktığımızda spor dediğimizde aklımıza ne geliyor? İşte fiziksel güç, dayanıklılık, rekabet, Melis’in bahsettiği gibi mücadele, hırs ama bunların hepsi aynı zamanda böyle hegamonik erkekliğin de bileşenleri. Tam da bu nedenle bence kadınların, kız çocukların spora katılımı çok önemli, çünkü o spor alanındaki hegamonik yapıya, düzene çomak sokuyor. Bu nedenle de tamamı ile katılıyorum Melis’e. Spor bu yapıyı tersyüz ettiği için de kadınların hep ortasında olması gereken bir alan.” (Festival Alanı, 4. Bölüm, 22 Haziran 2020.)

En renkli bölüm ise kuşkusuz şehirde queer yaratıcılık oldu.  İkisi de LGBTİ artı hakları aktivisti olan performans sanatçısı Kübra Uzun ve editör ve yazar Seçil Epik’le son otuz yıldır Türkiye’de feminist hareketle birlikte sivil hareketin bir parçası olan LGBTİ artı hareketini konuştuk. Son beş yıldır engellenmekte olan Onur Haftası yürüyüşlerinin, kapalı olma halinin bu sefer de Kovid-19 nedeniyle çevrimiçine taşınarak daha da kapalı bir hale gelebilecekken müthiş bir yaratıcılıkla gerçekleştiğini deneyimledik. Pride’ın YouTube tarafından engellenen Hormonlu Domates akşamının hemen zoom’a taşınarak etkinliğin devam edebilmesi, yürünemese de bir web sitesi üzerinden tüm LGBTİ artı bireylerin kendilerini buradayız diyerek online olarak harita üzerinde gösterebilmesi eşsizdi.

Seçil ve Kübra ile İstanbul Sözleşmesi’nde yeralan “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” ibareleri ile alevlenen tartışmaları da konuşunca mikrofonu bu sefer

Feminist Hukuk ve Adalet için iki avukata uzattık. WOW festivali İstanbul danışma Kurulu Üyesi ve Kadın Cinayetleri’ni Durduracağız Platformu’ndan Avukat İpek Bozkurt ve Avukat Selin Nakıpoğlu ile çoklu barolar sisteminin kadın hakları savunuculuğuna yapacağı darbeyi, pandemide askıya alınan ilk yasa olan 6284’ü,  TCK103 Çocuk İstismarı Affı önerisini ve İstanbul Sözleşmesi tartışmalarını konuştuk. Kadınların ‘yaşam hakkını’ korumak ve toplumsal cinsiyete dayalı kadın cinayetlerini önlemek için bu iki kadının sürdürdüğü dirayetli mücadeleyi dinlemek oldukça gurur ve ümit verici oldu.

Festival Alanı’nda çok gözönünde olmayan, değinilmeyen konulara da yer vermeye gayret ettik. Ve “eşit erişilebilirlik” olarak tanımladığımız hak arayışını Ankara’dan konuklarımızla, klinik psikolog ve engelli hakları aktivisti Dr. Beyza Ünal ve Engelsiz Filmler Festivali Yönetmeni Ezgi Yalınalp ile yaptık. Erişilebilirlik üzerine Türkiye’de tüm bireyler için yapılması gereken çok şey varken, kültür ve sanat alanının toplumdaki eşitlik anlayışını geliştirmek, uygulanan çoklu ayrımcılığa dikkat çekmek için yapabileceklerini, Engelsiz Filmler Festivalleri üzerinden dinledik. Beyza’nın vurgusu ise önemliydi: “Kadınların yaşadığı pek çok sorunun kat kat fazlasını engelli kadınlar engelli oldukları için yaşıyorlar. Engellilerin yaşadığı sorunların kat kat fazlasını da kadın olduğu için yaşıyor engelliler” (Festival Alanı, 7. Bölüm, 3 Ağustos 2020.)  

Program süresince pandeminin üzerimizdeki etkilerini hep takipte kaldık. Yenidenbiz Genel Sekreteri Öznur Akçin ve WOW Festivali İstanbul Danışma Kurulu Üyesi ve YADA Vakfı Araştırma Direktörü Rümeysa Çamdereli ile Türkiye’de yüzde elli beş oranında bir kadın liderliğini gördüğümüz Sosyal Girişimciliği konuştuk. Pandemi ile kadınların erkeklere göre işlerini neredeyse iki katı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını dinledik. Kadın girişimciliği ayrımına göre verilen desteklerin sadece proje bazlı değil, daha sürdürülebilir ve kadınların kendi gerçeklerine göre şekillendirilebilir olmasının gerekliliğinin altını çizdi konuklarım. Ve sözü Rümeysa’ya bırakalım: “Kadınlar hep böyle kötü zamanlarda meseleyi tersine çevirmeyi becerebilmişler. Kadın hareketleri hep bir savaş zamanında, kötü koşullarda kendini bir şekilde var edebilmiş, ayakta durmayı başarabilmiş bir hareket. Umarım bunarı da aşacak bir dönem olur ve daha bütünlüklü politikalarda da hem girişimciliği, hem istihdamı kapsayan geniş katılımlı başarıya ulaştığımız bir süreç bizi bekler” (Festival Alanı, 8. Bölümü, 17 Ağustos 2020.)

Konu sağlıkta eşitlik gelince ikisi de Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Ayşecan Terzioğlu ve Dr.Özge Akbulut ile biraraya geldik. Nano teknoloji ile ürettiği meme modelleri sayesinde meme kanserinin erken dönemde teşhis edilebilmesine katkı sağlayan Surgitate’in kurucusu Özge programa ancak memeye meme diyebilirsem katılırım diyince şaşırdım ama verdiği örnek çarpıcı: Meme kanserine de göğüs kanseri deniyor olması. Yaptıkları meme modellemelerinin eroitik içerik kapsamına allınıp sosyal medyada yasaklanması gibi akla hayale sığmayan deneyimler dinledik. Konuklarıma pandeminin gelecek planları üzerinde yaptığı etkiler sorduğumda gene çarpıcı cevaplar aldım. Özge bu sefer meme koruyucu cerrahi üzerine yaptıkları çalışmaları online bir eğitim modülüne dönüştürmek üzere çalıştığını anlattı. Ayşecan ise gemi metaforuna değinerek kimimizin güvertede deniz manzarasının tadını çıkarttığı, kimimizin kazan dairesinde çalıştığı, kimimizin mutfakta bazılarımızın ise birinci mevkiideki kamarasında uyumasına dem vurarak, çalışmalarını hastalık, COVID-19 deneyimi gibi anlatıları nasıl politik, ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerle ve ayrımcılıklarla iç içe geçiyor inceleyeceğini belirtti.

Bu iki değerli akademisyenle yaptığımız sohbetin devamında bir sonraki bölümü eğitime ayırmamız şaşırtıcı olmamalı. TurkishWIN Kurucusu Melek Pulatkonak ve Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Mükemmeliyet Merkezi’nde Mor Sertifika Proje Koordinatörü Ceyda Karadaş ile toplumsal cinsiyet eşitliği lensi ile yeni öğrenme modellerini konuştuk. Ceyda’dan 2007’den beri devam eden, Sabancı Vakfı tarafından desteklenen Mor Sertifika Programı’nın amacının, müfredatta yer bulamayan toplumsal cinsiyeti liselerde sınıf içinde konuşulabilir bir hale getirmeye çalışmak olduğunu öğrendik. Sanırım en şaşırtıcısı projede, toplumsal cinsiyete odaklandıkları için yalnızlığa mahkum olan öğretmenlerle dayanışma ve mentörlük programlarının da yapılmasını dinlemek oldu. Bir öğretmenin meslek hayatı boyunca üç bin öğrenci ile iletişime geçtiğini duymak insanda olası değişimin gücünü hissetmesini sağlıyor. Başka bir dayanışma hikayesi olarak da Melek’ten global kız kardeşlik çemberi olanTurkishWIN’ i ve Bin Yaprak’ı dinledik.  Kadınların yüzde yetmiş gibi yüksek bir oranının sokağa çıkarken ‘nereye gidiyorsun’ sorusunun yanıtını vermek zorunda kaldığını biliyor muydunuz? İşte bu nedenle oluşturulan dijital platformları, buradaki networklerle değişen hayat hikayelerini dinlemek yüreklendirici oldu.  Aydın’ın bir köyünde oturan iki senedir iş arayan, üniversite mezunu Nimet’in BinYaprak’ta seyrettiği canlı yayına katılan ve gene Aydın’da yaşayan bir sosyal girişimci olan Tülin’le tanışınca değişen hayatı gibi.

En yaratıcı bölüm ismi İKSV’nin şu an üzerinde çalıştığı 9. Kültür Politikaları raporunun da başlığı olan “Sürdürülebilir Bir Gezegen için Kültür-Sanat” oldu. Rapor çalışmalarını WOW Festivali İstanbul Festivali Danışma Kurulu Üyesi ve İKSV Kültür Politikaları Çalışmaları Direktörü Özlem Ece ve Bahçeşehir Üniversitesi’nden Dr.Hande Paker’den dinledik. Kültür-sanat ile yaratıcılığın çevresel sürdürülebilirlikle olan ilişkisini inceleyecek olan raporu okumak için daha beklememiz gerekiyor ama konuklarımızdan iklim krizine sebep olan pratikleri dönüştürmede kültür ve sanatın oynadığı rolü görünür kılmak isteğini dinlemek oldukça değerliydi.

Son bölümde ise sanatçı Eda Gecikmez ve Pera Müzesi Film ve Video Programları Sorumlusu Gizem Bayıksel ile Sanatta Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Aktivizmi’ni konuştuk. Eda ve Gizem, Kırmızı Kart ve SusmaBitsin gibi dahil oldukları kolektif hareketleri anlatarak, biraraya gelişlerin, feminist dayanışmanın gücünden nasıl beslendiklerinden bahsettiler. En değerli kazanım ise bu dayanışmanın sadece cinsiyete bağlı değil, her türlü ayrımcılık ve istismar için mücadele becerisi kazandırdığını duymak oldu.

Türkiye’de bireysel kadın özgürlüklerinin özellikle toplumsal cinsiyet tartışmalarıyla aile kavramına adeta hapsedilmeye çalışıldığı ve bunun ne yazık ki muhafazakarlaşan bir kültür politikası haline getirildiğini deneyimliyoruz. Ancak geriye atılan her adıma karşı biliyoruz ki birbirinden ne kadar farklı fraksiyonda olsalar da birçok farklı sivil toplum kolektifi, hareketi ileriye doğru on kat daha fazla adım atıyor. Artık daha çok farklı ses biraraya geliyor, birlikte düşünüyor ve çözüm üretiyor. Ve biz beraber olmaya devam ettikce de bu mücadelenin güçlü olacağına şüphe yok. Bu gücü hissettiğimiz Festival Alanı’ndaki karşılaşmalar ve diyalogların 2021’de WOW Festivali İstanbul ile devam edecek olmasından dolayı bu bir veda değil. Her program sonunda telaffuz ettiğimiz gibi: İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!


[1] https://www.britishcouncil.org.tr/programmes/arts/wow-istanbul/acik-radio-programme/equality-health

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/30/deniz-kandiyoti-salgin-modern-kadinin-yasadigi-illuzyonu-yikti-gecti

Festival Stories on the Festival Arena

This is the decipher of the final episode of the Festival Arena at Açık Radio (95.0), broadcasted on 26 October 2020. Festival Arena was on air On every other Monday at 14.00 from May to October 2020. Festival Arena, which I have programmed and presented as a the preliminary programme of the WOW – Women of the World Festival Istanbul that was realized on 5-7 March 2021 at http://wowistanbul.org aimed to create an inclusive platform where female professionals of the creative sectors and the civil society could discuss good practices and new approaches to gender equality. You can access the podcasts of all the episodes in Turkish at https://www.britishcouncil.org.tr/programmes/arts/wow-istanbul/acik-radio-programme and https://acikradyo.com.tr/program/festival-alani .

From May 11 to October 26, every other Monday at 14.00 o’clock, we hosted brief conversations on gender equality with two professionals from the creative industries and civil society which were aired on Festival Arena at Açık Radio. Festival Arena was created at an extraordinary time when Global Gender Inequality Report had declared that we needed at least 100 years to achieve gender equality with appalling headlines becoming an everyday phenomenon.

The very reason why this arena is called the Festival Arena is the Women of the World Festival[1], which will be organized in Istanbul in 2021 by the British Council in collaboration with the WOW Foundation. We were able to introduce the inclusivity of the WOW festivals for the first time on Festival Alanı by giving the microphone to 24 women professionals of diverse backgrounds engaging them in lively debates about gender equality. 

The main aim of Festival Arena was to share the opinions of creative professionals on gender equality with a wider audience and to try and accentuate the significant role culture and arts play in this struggle. That was the reason why we launched the radio show with Ceren Yartan, researcher and editor, and İlkay Baliç, Director of Arter İletişim to focus on women power in culture and arts. The first talks were aired at a time when we had to face the fact that the pandemic would confine us to our homes for a rather long period of time forcing us to reconsider all our daily routines and practices. This was also the time when we started questioning the cliche, “we are all in the same boat”.  

Of course, we have from time to time also discussed the already existing challenges of the creative sector becoming even more challenging due to the pandemic. “Majority of its workforce being women and holding a progressive banner with its critical perspective and creative ethos, it made sense to discuss the issue of gender through the lens of labour movement in culture and arts”. Generally speaking, culture and arts are egalitarian sectors, free from prejudices against women; nevertheless, we pointed to the inequalities in recruitment, promotion, career development that women and queer professionals are subjected to in this fragile structure. We highlighted the fact that most women working in this sector are perceived as women of affluence, who work for pleasure rather than to make ends meet and that their struggle for equal rights have been silenced. However, we also agreed that the days when we silently stood up to these challenges were over and that from now on, we would be on the demanding side, the ones that fight for equal rights and for more visibility of our professional identity.

On the next episode, which focused on power balances in the sector, we talked about Politics, Leadership and Power with Asena Günal, WOW İstanbul Advisory Board Member and Gülseren Onanç, the Founding Director of SES Equality and Solidarity Association. We underlined the fact that the leaders who managed the pandemic most successfully were all women leaders. Gülseren Onanç offered a term, commander-type leadership, which stands for the type of domination that conservative, authoritarian and powerful men in particular try to maintain over nature, women, people with different sexual orientations, refugees and all kinds of diversity. We discussed whether emerging women leaders were able to topple this domination down. We expressed our pride in the distinctive policies and practices of empathetic and inclusive leaders such as Merkel and Arden. Moreover, Asena reminded us all that women’s representation in politics just for the sake of being women alone did not create political equality. Regardless, we were emboldened by women leaders who implemented pandemic-related policies most effectively. As for Turkey, we celebrated the fact that it was the women leaders in civil society who paved the way for a strong women’s movement and that this movement and women’s organizations have sustained themselves evolving into different forms and across different generations.   

Regardless of the main theme of each show on Festival Alanı, all the participants emphasized the burden that household chores put on women. Festival Alanı frequently underlined the fact that while homes became a shelter for some of us against the pandemic, they at the same time turned into a centre and source of violence for many. In Deniz Kandiyotti’s impressive words,“The pandemic disrupted the illusion of the modern woman”[2] Under conditions of confinement, professional women had to take up all sorts of responsibilities such as education of the children, taking care of the elderly, handling domestic chores unquestioningly; all those responsibilities they had formerly shared with or delegated to other women. Facing this truth has undoubtedly marked the beginning of a new era.

Home has also become the spatial symbol of inequalities in the division of labour between genders during the pandemic, an issue which we elaborated on with Ülker Uncu, WOW Istanbul Advisory Board Member and BGST Organisation (Bogazici Performance Arts) Director as well as Zeynep Aydemir Koyuncu, Program Specialist at UN Women. It was shattering to hear that around the world, men spend an average of 4 years of their life on unremunerated house chores and care services whereas this figure is 10 years for women. We were overwhelmed by the soaring frequency of domestic violence during the pandemic but were able to take a sigh of hearing about the methods to remedy it. Zeynep consoled us talking about UN Women’s ‘The Safety Framework’, to explain how women who are subjected to violence can protect themselves and their children if they have any; she also mentioned the sound recordings for illiterate or visually impaired women for the same purpose. When we watched the theatre play ‘Her Güne bir Vaka’ (A Case for a Day) by the BGST that depicts stories of 7 different women on YouTube, instead of live on stage, we felt relieved and grateful to see that confinement could not really confine creativity behind walls.

The most dynamic episode of the show was when we hosted Melis Abacıoğlu, the founder of Kızlar Sahada (Girls on the Pitch) and Sevecen Tunç, Trabzonspor Corporate Communication and Cultural Affairs Manager. These two women, who grew up with sports at the centre of their lives, presented us a different perspective about football. Melis explained to us her project, Kızlar Sahada, which aims at debunking gender-based prejudices that claim girls and women are incapable of playing football. Similarly, we were struck by Sevecen’s words, who define herself as Homo Ludens, a human who plays: “We keep saying that the world of sports legitimizes patriarchal structure. When we look at the individual components that make up this world, what do we see? Physical strength, endurance, competition, fighting as Melis said and ambition… These are also the components that make up hegemonic masculinity. That is exactly why girls’ or women’s participation in sports is essential for it disrupts this hegemonic structure, this hegemonic order.  Therefore, I fully agree with Melis. Precisely because sports tears down this structure, women have to be at the heart of it.” (Festival Alanı, Episode 4, June 22, 2020.)

The most colourful episode was undoubtedly the one about queer creativity in the city. Performance artist Kübra Uzun and editor and writer Seçil Epik, both of whom are LGBTi+ activists, expounded on the LGBTi+ movement which extended from the civil rights movement in Turkey alongside feminist movement during the last three decades. We were moved by the astounding creativity of the virtual Pride, which had been prohibited for 5 years already and which had to take place online due to Covid-19 this year. It was priceless to see the Youtube-banned Pride event, Genetically Modified Tomato Awards, be carried on to Zoom and to watch all LGBTi individuals mark themselves on an online map saying ‘We are here’ despite not being able march physically.

Having touched upon the debates surrounding ‘sexual orientation and gender identity’ as defined in the Istanbul Convention with Seçil and Kübra, we decided to hand the microphone over to two lawyers to discuss ‘Feminist Law and Justice’. We hosted Attorney İpek Bozkurt, WOW Istanbul Advisory Board Member and representative of We Will Stop Feminicides Platform, and Attorney Selin Nakıpoğlu. We discussed the blow that a fragmented bar system would deal on women’s rights movement, the Article 6284 which was suspended first thing after the pandemic outbreak, the Turkish Penal Code Article 103, the proposal to pardon child abuses, and debates surrounding the Istanbul Convention. It was both sublime and encouraging to listen to these two women’s fearless struggle to protect women’s ‘right to life’ and prevent gender-related femicides.

Festival Alanı tried to cover less visible and less popular topics as well. We discussed the right to “equal access” with our guests from Ankara, Dr. Beyza Ünal, clinical psychologist and activist for people with disabilities and Ezgi Yalınalp, Director of the Accessible Films Festival. There is indeed a lot yet to be done in Turkey to improve accessibility for all individuals; Accessible Films Festival is one such avenue through which social equality can be mainstreamed in culture and arts and diverse forms of discrimination be unveiled. Beyza’s remarks were striking: “Women with disabilities experience the same problems as other women but far worse, simply because they have disabilities. And women with disabilities experience the same problems as other people with disabilities but far worse, simply because they are women” (Festival Alanı, Episode 7, August 3, 2020.)  

During the show, we took stock of the pandemic’s effects on us. We discussed Social Entrepreneurship, an area where fifty-five per cent of leaders in Turkey is women with Öznur Akçin, Secretary General of Yenidenbiz and WOW İstanbul Advisory Board Member, and Rümeysa Çamdereli, Research Director at YADA Foundation. We found out that women were almost twice more likely to lose their jobs than men due to the pandemic. Our guests pointed to the need to mobilise incentives for women entrepreneurs in a more sustainable and flexible manner to meet each woman’s demands rather than merely on a project-basis. Let us give the final word to Rümeysa: “Women have always managed to turn the tide during such challenging times. Women’s movements have always succeeded to sustain themselves and survive in one way or another under conditions of war or other catastrophes. I hope we will weather this storm as well and head for a future where we will successfully implement more wholistic entrepreneurship and employment policies.” (Festival Alanı, Episode 8, August 17, 2020.)

For our episode on equality in health, we invited Associate Professor Ayşecan Terzioğlu and Dr. Özge Akbulut, both of whom are faculty members at Sabancı University. Özge is also the founder of Surgitate, a company which has contributed to early diagnosis of breast cancer with the breast models they fabricate using nanotechnology. I was surprised when she had said “I can accept to be your guest on the show only if I am allowed to use the word ‘breast’, but her justification was intriguing: people hesitate to call breast cancer for what it is and call it ‘chest cancer’ instead. She shared mind-blowing anecdotes about her breast models being found obscene and banned in social media. I received astonishing responses when I asked my guests about the impact of the pandemic on their future plans. Özge told us about the project to translate their works on breast-conserving surgery into an online training module. Ayşecan on the other hand mentioned the ‘the boat metaphor’ and remarked that some of us in this boat are enjoying the sea view on the deck while others are working in the boiler room; some of us get to sleep in the kitchen while others in first class cabins. She then added that her future work will involve the intersection of diseases such as Covid-19 with political, economic and social inequalities and discrimination.

It should not come as a surprise that the next section of our talk following the footsteps of these two distinguished academics was dedicated to education. We discussed new learning models through the lens of gender equality with Melek Pulatkonak, the Founder of TurkishWIN and Ceyda Karadaş, Purple Certificate Programme Director at Gender and Women’s Studies Centre of Excellence at Sabancı University. Ceyda told us that the Purple Certificate Programme, which was launched in 2007 and is supported by the Sabancı Foundation, aims at making gender a topical issue at high school classrooms, where it is not in the curriculum. I think the most astounding of all was hearing about the project’s role in establishing solidarity and mentorship programmes with the teachers who were cast out simply because they raised the issue of gender in the classroom. Learning that a teacher communicates with three thousand students throughout his or her career makes one realize the potential of change they carry. Melek told us another story of solidarity, Bin Yaprak and TurkishWIN, a global circle of sisterhood. Did you know that as many as 70% of women have to respond to the question of “Where are you headed” when they are going out? It was encouraging to find out about the digital platforms and the role of the networks they create in changing lives. Just like Tülin, a social entrepreneur in Aydın, whose life changed after she participated in a live show on Bin Yaprak.

The most creative episode bears the same name as the title of the 9th Culture Policies report that IKSV (Istanbul Foundation for Culture and Arts) has been drafting: “Culture and Arts for a Sustainable Planet”.  We lent an ear to Özlem Ece, WOW Istanbul Advisory Board Member and IKSV Culture Policies Director, and Dr Hande Paker of Bahçeşehir University. We will have to wait a little longer to read the full report on the relationship between culture, arts, creativity and environmental sustainability but it was inspiring to see our guests’ ambition to enhance the visibility of culture and arts in transforming practices that lead to climate change.

On our final episode, we discussed Gender Equality Activism in Arts with the artist Eda Gecikmez and Gizem Bayıksel, Film and Video Programmes Manager at Pera Museum. Eda and Gizem gave details about the collective movements they supported such as Kırmızı Kart (The Red Card) and SusmaBitsin (BreakYourSilence) and explained how much feminist movement empowered them. This solidarity strengthened their struggle against all kinds of discrimination and abuse, not just gender-based, which we believe is the most remarkable achievement. 

We are aware of the deliberate effort in Turkey to confine individual liberties of women within the boundaries of the family especially through debates surrounding gender, and unfortunately this is evolving into a conservative culture policy. However, we do know that against every step backwards, plenty of civil society collectives take tens of steps forwards regardless of their differences. Many more divergent voices tune in today; they put their heads together and find solutions together. There is no doubt that as long as we join forces, our struggle shall prevail. The encounters and dialogues through Festival Alanı made us feel this power and they will continue in 2021 thanks to WOW Festival Istanbul. Therefore, this is not a farewell. Let us finish with the motto that we repeated at the end of every show: Istanbul Convention Saves Lives!


[1] https://www.britishcouncil.org.tr/programmes/arts/wow-istanbul/acik-radio-programme/equality-health

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/30/deniz-kandiyoti-salgin-modern-kadinin-yasadigi-illuzyonu-yikti-gecti